Gerçekliğin evi , Behramkale ve Kültürel Politikalar

İnsan gerçekten inatla belirli konularda gelişmelerin olabileceği ümidiyle yaşıyor. Seneler önce Asos’a gittiğimde Behramkale’ye uğramıştım. O zamanlar daha kekik kokulu ve güzel bir köydü. Turizm bu kadar yoğun değildi. Yerli halk bugünkü kadar geçimini turizme bağlamamıştı. Hudâvendigâr Camii sizi sadeliği ile büyülüyordu. Hatta o tarihlerde etrafı da çevrilmemişti. 14. yüzyılda yapılan bu camii tarihi kalıntıların önündeki set şeklinde tepenin üstünde yer almaktaydı. Osmanlı devletinin ilk dönem mimarisinin mütevazi yapısı ve sadeliği görür görmez insanı etkiliyordu. Minaresi olmayan küçük ama ruhu olan bir yapıdır.

Behramkale’nin en önemli özelliği felsefe tarihindeki önemli bir okula ev sahipliği yapmasında yatar. Gerçekliğin babası ve mantığın öncüsü olarak da bilinen Aristoteles 20 yıl boyunca Platon ile Atina’daki okulunda uzun konuşmalar yaparak felsefenin temel taşlarını attılar. Daha sonra Aristo Asos’a gelerek bir felsefe okulu kurar. Bu hikayeyi daha önce yazmıştım. Merak ediyorsanız, dönüp okumanız gerekecek. O zamanlar çektiğim bir panorama fotoğrafı da aşağıya ekliyorum.

Aristo’nun okulunun kalıntıları ilk gittiğim yıllarda sadece kalıntılardan ibaretti. Herhangi bir kazı alanı yoktu  ve bölgenin etrafı çevrilmemişti. Bu gidişimde Behramkale’nin epey değiştiğini farkettim. Öncelikle başka illerden birçok insanın bu beldeye yerleştiğini gözlemledim. İster istemez bölgenin homojenliği ve yerelliğinin değiştiği kolayca görülüyor. Bu göçün en büyük faydası, birçok eski evin yeni yerliler tarafından restore edilmesidir. İlk gittiğimde aracınızı park etmenizle kimse ilgilenmiyordu. Bu seferinde belediyenin görevlendirdiği bir motorlu size kılavuzluk ederek nereye park edeceğinizi söylüyor. 

 

Yokuşu tamamlayıp yukarıya vardığımızda bizi Kültür bakanlığının kondurduğu bilet gişesi karşıladı. Hatta Pandemi sebebiyle dezenfektanların ilave edildiği bir giriş düzenlediklerini gördüm. Önce şaşırdım sonra sevindim. Kültür bakanlığının böyle bir girişimde bulunmuş olması beraberinde böyle bir tarihi alanın korunmasını sağlayacağını düşünerek çok sevindim. Türkiye’nin kültür politikasının içinde Aristo’nun felsefe okulunun var olması beni daha da heyecanlandırdı.

Kültür bakanlığı ilginç bir şekilde Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğretmenlerinden ücret almazken, üniversite görevlilerinden giriş ücreti talep ediyor. Halbuki her ikisinin de bilgisini ve görgüsünü geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Kültür Bakanlığı’nın bu kararını da anlamsız bulduğumu ayrıca belirtmek isterim.

Ödemeyi yaparak gişeden içeri girdim. Seneler önce geldiğim bu tarihi alan hakkında bilgi göremediğim için üzülmüştüm. Şimdi Kültür Bakanlığı’nın tellerle çevirdiği bu alanda tarihte neler olduğunu ve insanların yaşamlarının nasıl değiştiğini gösteren bilgiler görmeyi hayal ediyordum. Hatta eski öğrencileri anlatan resimleri, nereden yemek yenildiğini, nerede yatıldığını görmek istiyordum. Böylece geçmişteki okullar ile günümüzü kıyaslayabilecektim. Heyhat bunların hiçbirini göremedim. Büyük bir kazı makinesinin gürültüsü eşliğinde gezdiğim alan girişteki küçük levha haricinde ve açıklamasız maket dışında bilgi bulmak mümkün değildi.

 

Halbulki neler neler yapılabilirdi. Örneğin, Berlin’deki bir seyahatimde Almanların Pergamon müzesinde Panorama yaparak o dönemdeki hayatı sesleri, ritüelleri ve bütün detayıyla canlandırması karşısında büyülenmiştim. Aşağıdaki videoda bu videonun detayları hakkında bilgi bulabilirsiniz sanırım.

 

 

Avrupa Birliği dahil olmak üzere felsefe kültürünün temel taşlarından bir filozofla coğrafi ortaklığınız var ama Türkiye olarak bunu vurgulayamıyoruz. Bununla ne denli büyük bir fırsatı değerlendirememiş olduğumuzu anlatamam. Politik düzlemde okuyanların bunu açıklamak için birçok hipotez öne sürdüklerini duyar gibiyim.

Kültür politikası kapsayıcı ve birleştirici olmalıdır. Politika üzerinde yaşadığınız toprakların bütün meyvelerini sentezlemelidir. Tarih ve coğrafya kendi doğrusunu üretir ve bir devamlılık çizgisinde akmaya devam eder. İnkar etmek sadece bir süre için problemleri ortadan kaldırabilir. Bir müddet sonra tarih acımasız biçimde bütün gücüyle tutarsızlıkları yok eder ve kendi gerçekliğini inşa eder.  Bu anlamda antik dönem ile yakın dönem Osmanlı dönemi arasında fark olduğunu söylemek doğru olmaz. Bütün geçmiş tarihi dönemlerle uzlaşılmalı ve travmaları nasıl algılayacağımıza karar vermeliyiz. Böyle bir yaklaşım kültür politikalarımızı güçlü bir hale getirecektir. Bu eylemin söylenildiği kadar kolay olmadığının farkındayım, fakat üzerinde bulunduğumuz coğrafya bizi böyle davranmaya mahkum etmektedir. Akıntıya kürek çekmek mi yoksa ondan güç alıp ilerlemek mi, tercih bizim.

Daha söylenecek çok söz var. Ama ne yeri ne de zamanı sanırım. Kültür Bakanlığı için bunları yapmak düzenlemek hiç de zor değil. Açacağı bir proje çağrısıyla epey üniversitenin gerçek anlamda pilot bir düzenleme yapması kolayca mümkün olacaktır. Önemli olan niyet..Böyle bir kültür politikasına niyetimiz var mı?

Kültür politikasıyla Türkiye kimliği arasındaki derin ilişki uzun araştırmalara konu olacak kadar önemlidir. Bunu çözemediğimiz takdirde camiilerimize küfeki taşı yerine sıkıştırılmış kum taşı koyar kararmasını bekleriz. Hatta Galata kulesini yıkarız, kuleye misafir gelen kuşlardan haberdar olmayız, şehrin estetiğini önemsemeyiz. Bütün bu kavramlar kültür politikası ve kimlikle ilintilidir. Çok kültürlü coğrafyaları taşımak için güçlü ve sofistike kimliklere ihtiyacımız olduğunu ortadadır. Ancak kendiyle barışık toplumlar daha nitelikli ve derinlikli dış politikalar sergileyebilirler.

Share

Ateş İstidâsı (Dilekçesi)

 

Davet etmek, çağırmak  ve belki istemek manasına gelen İstida kelimesini Nişanyan aşağıdaki gibi tanımlıyor. 

Ar istidˁāˀ إستدعاء [#dˁw istifˁāl X msd.] 1. çağırma, çağrı, 2. dua < Ar dāˁa دَاعَ çağırdı, dua etti

Her ne kadar kelimenin etimolojisinde çaresizliğe dair bir bahis olmasa da ben böyle bir duyguyu yaşıyorum bu kelimede. Bütün bunların ötesinde bir haykırış fiili bile sezinliyorum. Kelime esasında yazılı ve sözlü kültür arasındaki inatlaşmanın garip bir tecellisi olarak ortaya çıkar. Haykırış, çığlık, dua ve niyaz hep sözlü olur da istida yazılı olur. Sözlü kültür çok seven Rumi halkın yazılı kültüre uzaklığı bir nişanesi olarak ortaya çıkan istidacılar. Bir sınıf ve meslek sahibi insanlar..

Bu satırları yazdığım Cafe’de arkadaşına dedesinin hastalığını ve ölmünü bütün netliğiyle anlatmasına kulak misafiri olduğum kişinin derinliğine bakınca bu sözlü kültür yatkınlığının hala devam ettiğini görmek kaçınılmaz geliyor. 

Neyse istidacılar okur-yazar bir sınıf arasından çıkardı. Efendiler sınıfının en alt tabakasını oluşturan bur kişiler 1980’lerin sonlarına kadar varlıklarını korudular. En son İzmir’de görmüştüm. İstida kelimesi gidip yerine dilekçe yazılır gibi bir dönüşüme girdiğini görüyorum. İşin aslı değişmese de tanımlayan kavramı ifade eden kelime değişmiş ve beraberinde işin ruhu kağıt kalemden daktiloya kadar devam eden bir hal almıştır. Adliye’nin ve valiliğin önünde görev yapan bu insanların içine düştükleri problemi bir nefeste dertlerine derman olunacağına dair şeksiz bir imanla istidacıya anlatışı hala gözümün önündedir. Ardından istidacının iki beyaz kağıdın arasına büyük bir sukunetle karbon kağıdı koyarak ve tam bir uzman edasıyla dünyevi problemleri hukukun ya da bürokrasinin diline büyük bir özgüvenle tercüme edişini hala dün gibi hatırlıyorum. 

Çaresizlik insanın bütün benliğini sardığında, sabrınız inancınızı geçtiğinde insan aklın sınırları içinde yapacak bir hamle daha arar. Bunu bulmak sanıldığı kadar kolay değildir. Yeryüzüne dayanabilme gücü kalmayan bir sürü yaşadıklarını ve gördüklerini farklı biçimlerde ifade etmiştir. 

İstidacıdan alınan dilekçenin kırışmamasına büyük özen gösterilerek, binanın içindeki ilgili büroya götürülmesiyle başlayan sabır gerektiren süreç başlar. Kafkavari bürokrasi tam da bu noktada devreye girerek müstedinin (dilekçe veren) bütün gücünü sömürecek sonsuz ve bitmeyen çarklar arasında çareleri tüketecektir. 

Günümüzde sosyal medya herhalde istidanın çığlık ve çağrı anlamını bütün yönleriyle karşılamaktadır herhalde. Dolayısıyla müstediler esasında sosyal medya ile dertlerini anlatmak olduğunu görüyorum. Belediyeye dilekçe vermek mi yoksa tweet atmak mı daha etkili konusunu hiç tartışmaya açmadan önünüze bırakıyorum.  Şeffaflığın (bu da neyse), ulaşılabilirliğin artması ve çok sesliliğin gelişmesiyle (eğer varsa) birlikte dilekçenin bireyselliği ve tek kişilik gücü daha artmıştır. (Kafanız epey karıştı sanırım, benim de!) 

Neyse okur-yazar olmanın bir avantaj olduğu nadir alanlarda birisi olarak karşımıza çıkıyor dilekçe ve bu yönüyle ayrıştırıcı olduğunu bile söylemek mümkündür. Ha bu günlerde üniversite öğrencilerinin bile dilekçe yazamadığını söylesem sanırım mübalağa etmiş olmam. Eskiden dilekçenin nasıl yazılacağını ilkokullarda öğretirlerdi. Şimdi hangi seviyede öğretiyorlar ve kim öğretiyor bilmiyorum. 

Ya dilekçe vermenize rağmen durumunuz anlaşılmaz ve çare bulunmazsa o zaman ne yaparsınız? İnsan kendi başına haliyle bir dilekçe olabilir mi? 

Şimdilerde özel şikayet merkezleri var. Derdini en yukarıya anlatarak mevzuatın izin vermediği dertlere derman olunmasını beklemek sanırım böyle birşey. Osmanlı döneminde de Sultanlar halkın dertlerini dinlemek için zaman zaman tebdil-i kıyafet olarak halkın arasına inerek dertlerini dinlediğini görüyoruz. Bunun dışında Cuma namazları sonrası da halkın Padişaha ulaşması için bir imkan sunduğu da bilinmektedir. 

 

Özellikle Cuma namazından sonra tebaa, Padişah’tan bazı dileklerde bulunurdu. Bunun için hazırladıkları istidâları elleriyle havaya kaldırarak Sultanın dikkatini çekmeye çalışırlardı. Padişah, “Sır Kâtipleri” vasıtasıyla bu dilekçeleri toplattırırdı. 

Herkesin Sır kâtiplerine ulaşması bu kadar kolay olmazdı. Kalabalığın arkasında kaldıkları için, istidâlarını veremeyenler ne yapacaktı?. Kendilerinin de şikâyet ve istekleri olduğunu Padişah’a göstermek için, küçük bir leğen içinde hasır, paçavra gibi duman yönünden zengin ve dikkat çekecek olan parçalar hafifçe katran gibi yanıcı maddelere bulayarak yakar ve başlarının üstüne kaldırırlardı. Yükselen ateş, duman sayesinde kendilerini gösterirler ve gelen görevlilere, onlar da istidâlarını verirlerdi. Burada biraz da derdimden yanıyorum mesajının olduğunu çıkarmak da zor olmasa gerek. 

Cuma selamlığını yakalamak her zaman mümkün olmadığı gibi, bazı dertlerin beklemeye tahammülü olmadığını da söylemek gerekir. Ateş yakarak dikkat çekme işlemi denizde de uygulanırdı. Gemiciler de, Padişah’ın bulunduğunu düşündükleri deniz kenarlarındaki sarayların ve köşklerin önüne gelirler. Tayfalar geminin güvertesinde sahile karşı tek sıra dizilirler ve kafalarının üstünde yanan bu kaplardan yükselen duman ve ateşle, dikkat çekmek suretiyle ve Sultan’a ulaşmak isterlerdi. 

Derdi, sıkıntısı olan, haksızlığa uğradığını düşünen müstediler aslında “-çaresizliğimden nâr gibi yanıyorum. Sizin adaletinize ihtiyacım var Hünkârım” demek istiyorlardı. Bu nedenle halk arasında, ateş istidâsına “kafa yakma müracaatı” adı da verilirdi. 

 

Sultanların her derdinden yanan insana derman olup olmadığı ise muammadır. Fakat her istida bir adalet çağrısıdır. Bu çağrıları hakkıyla çözmek ve adaleti herşeyin üstüne koymak bütün yaşayan devletlerin en önemli amacı olmalıdır. 

 

Share

Othello ve zamanın getirdikleri

Bayram tatili sonrasındaki koşturmam ancak bir nihayete erdi. Hayatımda hep bir devinim var. Bazen beni de içine alıp köpüklerinden nefes alabileceğim kadar küçük alanlarda sıkışıp kalıyorum. Havaların Aralık ayına rağmen kış mevsimine yakışmayan yüksekliği nihayet sona erdi. Bunun dışındaki endişelerin ve sıkıntılarım için beklemekten başka bir çare yok. Zaman en iyi ilaç ancak şifa olmadan önce hastayı da küçültüyor. İnsanların bazıları iyi yönde bazıları kötü yönde beni şaşırtmaya devam ediyor. Kızgınlığın insan tabiatını şirazeden çıkardığı görmeye alıştım artık. Sığınacak limanlar bulmak eskisi kadar kolay olmuyor… Çizgilerin eridiği ve bakışların miyoplaştığı günler geçiriyoruz insanlık olarak. İnsanın insan olduğu için sevildiği ve saygı duyulduğunu görmek istiyorum.  Öğretim düzeyimiz ne kadar düştüyse eğitim seviyemiz de bir o kadar düştü. Yiyeceklerimizle birlikte aşklarımız, hislerimiz ve estetiğimiz de plastikleşti. Bir damla ümidim var ama yine de Othello’nun dediklerini tekrar etmekten kendimi alamıyorum.

Tanrı sınamak istediğinde beni
Dert verip dermanımı keseydi,
Bin bir türlü sıkıntı, utanç yağdırsaydı
Göklerden şu çıplak kafama,
Boğazıma kadar beni gömseydi yoksulluğa,
Tutsak edip kırsaydı bütün umutlarımı,
Bir damla huzur bulabilirdim yine de
Ruhumun bir köşesinde.
Ama hayır, küçümseyen dünyanın
Durmadan beni gösteren parmağı
Değişmeyen bir alay konusu ediyor beni.
Buna da katlanabilirdim; dayanabilirdim buna da.
Ne yazık, içime aşkımı sakladığım,
Bana isterse hayat, isterse ölüm getiren o kaynaktan,
Sevgisini isterse besleyen, isterse kurutan o pınardan.
Çıkarılıp atılmak!
Ya da orada kalıp orayı kurbağaların
Çiftleşip ürediği pis bir su birikintisi saymak!
Rengin uçtu bak;
Sakin ol, genç, gül dudaklı, masum yüzlü melek!
Şimdi cehennem kadar korkunç görünüyorsun sen!
Seni koklayanı kendinden geçirip acı veren
Zararlı ot, hiç doğmamış olsaydın keşke.
”Ne günah işledim,” diye soruyor bir de!
Bu güzel kağıt, bu eşsiz kitap
Üstüne ” Orospu ” yazılsın diye mi yaratıldı?
Ne günah işlemiş! İşlemiş! Orta malı seni!
Senin yaptıklarını söyleseydim eğer,
Cayır cayır yanardı yanaklarım ocak gibi,
Utanç denen şeyi yakıp kül ederdi.
Ne günah işlemiş!
Kokusunu duymasın diye gök burnunu tıkıyor,
Ay, gözlerini kapatıyor utançtan.
Önüne çıkanı öpen çapkın bile
Toprağın derinliklerine sığınmış işitmesin diye.
Günahı neymiş?!! Utanmaz orospu!…

OTHELLO
William Shakespeare
Türkçesi : Özdemir NUTKU

Share