Ateş İstidâsı (Dilekçesi)

 

Davet etmek, çağırmak  ve belki istemek manasına gelen İstida kelimesini Nişanyan aşağıdaki gibi tanımlıyor. 

Ar istidˁāˀ إستدعاء [#dˁw istifˁāl X msd.] 1. çağırma, çağrı, 2. dua < Ar dāˁa دَاعَ çağırdı, dua etti

Her ne kadar kelimenin etimolojisinde çaresizliğe dair bir bahis olmasa da ben böyle bir duyguyu yaşıyorum bu kelimede. Bütün bunların ötesinde bir haykırış fiili bile sezinliyorum. Kelime esasında yazılı ve sözlü kültür arasındaki inatlaşmanın garip bir tecellisi olarak ortaya çıkar. Haykırış, çığlık, dua ve niyaz hep sözlü olur da istida yazılı olur. Sözlü kültür çok seven Rumi halkın yazılı kültüre uzaklığı bir nişanesi olarak ortaya çıkan istidacılar. Bir sınıf ve meslek sahibi insanlar..

Bu satırları yazdığım Cafe’de arkadaşına dedesinin hastalığını ve ölmünü bütün netliğiyle anlatmasına kulak misafiri olduğum kişinin derinliğine bakınca bu sözlü kültür yatkınlığının hala devam ettiğini görmek kaçınılmaz geliyor. 

Neyse istidacılar okur-yazar bir sınıf arasından çıkardı. Efendiler sınıfının en alt tabakasını oluşturan bur kişiler 1980’lerin sonlarına kadar varlıklarını korudular. En son İzmir’de görmüştüm. İstida kelimesi gidip yerine dilekçe yazılır gibi bir dönüşüme girdiğini görüyorum. İşin aslı değişmese de tanımlayan kavramı ifade eden kelime değişmiş ve beraberinde işin ruhu kağıt kalemden daktiloya kadar devam eden bir hal almıştır. Adliye’nin ve valiliğin önünde görev yapan bu insanların içine düştükleri problemi bir nefeste dertlerine derman olunacağına dair şeksiz bir imanla istidacıya anlatışı hala gözümün önündedir. Ardından istidacının iki beyaz kağıdın arasına büyük bir sukunetle karbon kağıdı koyarak ve tam bir uzman edasıyla dünyevi problemleri hukukun ya da bürokrasinin diline büyük bir özgüvenle tercüme edişini hala dün gibi hatırlıyorum. 

Çaresizlik insanın bütün benliğini sardığında, sabrınız inancınızı geçtiğinde insan aklın sınırları içinde yapacak bir hamle daha arar. Bunu bulmak sanıldığı kadar kolay değildir. Yeryüzüne dayanabilme gücü kalmayan bir sürü yaşadıklarını ve gördüklerini farklı biçimlerde ifade etmiştir. 

İstidacıdan alınan dilekçenin kırışmamasına büyük özen gösterilerek, binanın içindeki ilgili büroya götürülmesiyle başlayan sabır gerektiren süreç başlar. Kafkavari bürokrasi tam da bu noktada devreye girerek müstedinin (dilekçe veren) bütün gücünü sömürecek sonsuz ve bitmeyen çarklar arasında çareleri tüketecektir. 

Günümüzde sosyal medya herhalde istidanın çığlık ve çağrı anlamını bütün yönleriyle karşılamaktadır herhalde. Dolayısıyla müstediler esasında sosyal medya ile dertlerini anlatmak olduğunu görüyorum. Belediyeye dilekçe vermek mi yoksa tweet atmak mı daha etkili konusunu hiç tartışmaya açmadan önünüze bırakıyorum.  Şeffaflığın (bu da neyse), ulaşılabilirliğin artması ve çok sesliliğin gelişmesiyle (eğer varsa) birlikte dilekçenin bireyselliği ve tek kişilik gücü daha artmıştır. (Kafanız epey karıştı sanırım, benim de!) 

Neyse okur-yazar olmanın bir avantaj olduğu nadir alanlarda birisi olarak karşımıza çıkıyor dilekçe ve bu yönüyle ayrıştırıcı olduğunu bile söylemek mümkündür. Ha bu günlerde üniversite öğrencilerinin bile dilekçe yazamadığını söylesem sanırım mübalağa etmiş olmam. Eskiden dilekçenin nasıl yazılacağını ilkokullarda öğretirlerdi. Şimdi hangi seviyede öğretiyorlar ve kim öğretiyor bilmiyorum. 

Ya dilekçe vermenize rağmen durumunuz anlaşılmaz ve çare bulunmazsa o zaman ne yaparsınız? İnsan kendi başına haliyle bir dilekçe olabilir mi? 

Şimdilerde özel şikayet merkezleri var. Derdini en yukarıya anlatarak mevzuatın izin vermediği dertlere derman olunmasını beklemek sanırım böyle birşey. Osmanlı döneminde de Sultanlar halkın dertlerini dinlemek için zaman zaman tebdil-i kıyafet olarak halkın arasına inerek dertlerini dinlediğini görüyoruz. Bunun dışında Cuma namazları sonrası da halkın Padişaha ulaşması için bir imkan sunduğu da bilinmektedir. 

 

Özellikle Cuma namazından sonra tebaa, Padişah’tan bazı dileklerde bulunurdu. Bunun için hazırladıkları istidâları elleriyle havaya kaldırarak Sultanın dikkatini çekmeye çalışırlardı. Padişah, “Sır Kâtipleri” vasıtasıyla bu dilekçeleri toplattırırdı. 

Herkesin Sır kâtiplerine ulaşması bu kadar kolay olmazdı. Kalabalığın arkasında kaldıkları için, istidâlarını veremeyenler ne yapacaktı?. Kendilerinin de şikâyet ve istekleri olduğunu Padişah’a göstermek için, küçük bir leğen içinde hasır, paçavra gibi duman yönünden zengin ve dikkat çekecek olan parçalar hafifçe katran gibi yanıcı maddelere bulayarak yakar ve başlarının üstüne kaldırırlardı. Yükselen ateş, duman sayesinde kendilerini gösterirler ve gelen görevlilere, onlar da istidâlarını verirlerdi. Burada biraz da derdimden yanıyorum mesajının olduğunu çıkarmak da zor olmasa gerek. 

Cuma selamlığını yakalamak her zaman mümkün olmadığı gibi, bazı dertlerin beklemeye tahammülü olmadığını da söylemek gerekir. Ateş yakarak dikkat çekme işlemi denizde de uygulanırdı. Gemiciler de, Padişah’ın bulunduğunu düşündükleri deniz kenarlarındaki sarayların ve köşklerin önüne gelirler. Tayfalar geminin güvertesinde sahile karşı tek sıra dizilirler ve kafalarının üstünde yanan bu kaplardan yükselen duman ve ateşle, dikkat çekmek suretiyle ve Sultan’a ulaşmak isterlerdi. 

Derdi, sıkıntısı olan, haksızlığa uğradığını düşünen müstediler aslında “-çaresizliğimden nâr gibi yanıyorum. Sizin adaletinize ihtiyacım var Hünkârım” demek istiyorlardı. Bu nedenle halk arasında, ateş istidâsına “kafa yakma müracaatı” adı da verilirdi. 

 

Sultanların her derdinden yanan insana derman olup olmadığı ise muammadır. Fakat her istida bir adalet çağrısıdır. Bu çağrıları hakkıyla çözmek ve adaleti herşeyin üstüne koymak bütün yaşayan devletlerin en önemli amacı olmalıdır. 

 

Share

Derviş gönülsüz gerek

Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir.
Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir.
Saç, sakal, bıyık, kas, ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
– Vur usturayı berber efendi, der.

Berber dervişin saçlarını kazımaya baslar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:

– Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur.

Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa baslar.
Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
‘Kabak aşağı, kabak yukarı.’
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır.
Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır, kalır.
Ölmüştür. Görenler çığlığı basar.
Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
– Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
– Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!

Hikâye böyle…
Ama hayat da böyle…
Ensemize, kafamıza vurup vurup dalga geçen sahte kabadayıların, kabağın da bir sahibi olduğunu, bu sahibin de en affetmeyeceği şeyin kibir ve hak yemek olduğunu unutmaya başlayanlar, koltuklarına, makamlarına, rantlarına yapışanlar anlayacaklardır…

Share

Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği

Mehmet Akif yıllar önce memleketinin düştüğü durum üzerine şu satırları yazmıştı.

Nâ-hak yere feryad ediyor: Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i ilâhî!”

Adalet kelimesi herkese hakkını vermek anlamından gelir. Ancak bir beldede katiller (kimi ve nasıl öldürdüklerini gözetmeksizin söylüyorum) tezarühat yapılıyorsa ve göz göre göre hukuk yerine getirilmiyorsa…O ülkenin geleceği için ümit çok az demektir. Ömer adaleti Fırat kenarındaki kurdun kuzuyu yemesinden sorumlu kılar…İnsan azizdir. Onu katleden kim olursa olursa ceza almalıdır… Vicdanlar huzur bulmadıkca huzurlu bir toplumdan söz etmek mümkün olmayacaktır. Adaletin yokluğu beni korkutuyor.. Ruhumda güvercin tedirginliğini hissediyorum. Huzurlarınızda Hrant Dink’in son yazısı…

Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı… Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

“Ya sabır” çeke çeke…
Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım… Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: “Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.” Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

“Türk Devleti adına”
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim… Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi… İşte size bedel… İşte size bedel… İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında… O noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı… Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

Hrant Dink (19 Ocak 2007) AGOS Sayı: 564

Share