Eğitim derdimiz ve özel üniversiteler

Bu günlerde Türkiye’nin bir kısmı tatillerini yaparken diğerleri de çocuklarının iyi bir eğitim alabilmesi için tanıtımdan tanıtıma, görüşmeden görüşmeye koşturuyorlar. Ülkemizin doğusundaki vatandaşlarımızın tek seçeneğe ulaşmalarına bile şükrederken öte yandan batısında seçenekler arasından en doğrusuna ulaşabilmenin telaşı tüm hızıyla sürüyor. Geçtiğimiz hafta Pazar günü Radikal gazetesinin başlığı bir anlamda çok vurucuydu: “Ücrette uzayda bilimde yaya!” Bildiğim kadarıyla bazı aileler bu gerçeği çoktan farkettikleri için çocuklarını daha makul fiyatlarla Kanada’da liselere ve koruyucu ailelere teslim etmişler. Haberin yazarı Türk üniversitelerin dünya sıralamasında (çoğunluğunun) yer almamasına rağmen Amerika’nın önde gelen bazı üniversiteleri kadar ücret aldığını iddia etmiş. Halbuki kendisi Enka başta olmak üzere TED ve Bilfen gibi okulların anaokul fiyatlarını görse kimbilir nasıl bir başlık atardı. Eyüp Can ve Elif Şafak çiftinin çocukları anaokulu yaşına geldiklerinde bunlardan birini tercih ederlerse ne demek istediğimi anlayacaklardır.

Liselerin durumu üniversite tablosundan daha korkutucu belirtmeliyim. İstanbul Lisesi, Kadıköy Anadolu Lisesi, Galatasaray Lisesi, Cağaoğlu Anadolu Lisesi, Vefa Lisesi, Kabataş Anadolu Lisesi ve birkaçı dışında yabancı dil hazırlığı olan lise bulmak neredeyse imkansız. Bu  liselerin ise çok yüksek puanlar almış bir avuç öğrencisi ise hazır. Diğer öğrenciler için varolan seçenekler ise bu ilk kategoriden bir çok yönde ayrışıyor. 500 üzerinden 196 alan öğrencilerin yerleştirildiği bu sistemdeki aksaklıklar üniversitelerin eğitim kalitesini ve durumlarını belirtiyor.

Devlet liseleri dışında  özel liseleri tercih edecek öğrenci velilerin de en az 20 bin lira civarında yıllık ücret ödemelerinin temelinde çocuklarının üniversite eğitimini garanti altına almak, bir yabancı dili yeterince öğrenebilmeleri sağlamak ve biricik evlatlarının gelecekte iş bulmalarını temin edecek bir sosyal ağ içine girmeleri endişesi bulunmaktadır. (Cümle biraz uzun oldu ama bu saatte okuyacak gücüm kalmadı…)

Neyse ben üniversitelere bu akşam gelemedim. Ama siz meslektaşım Ahmet İnsel ve Koray Çalışkan’ın yazdıklarını okuyun lütfen… Ben de bir sonraki karalamamda düşündüklerimi sizinle paylaşacağım.

Diplomayla gelen statü

AHMET İNSEL

Yorum / 10/07/2011

Özel üniversitelerin aşırı ücret artışında talep baskısı da rol oynuyor. Çünkü burası bir statü toplumu. Büyük ölçüde satın alınan bir statü bu.

Birçoğu yüzyıldan fazla bir zamandan beri faaliyette olan dünyanın ünlü üniversiteleriyle, hepsi en fazla yirmi yıldan beri var olan Türkiye vakıf üniversitelerini yayın performansı üzerinden karşılaştırmak
çok doğru değil.

Ayrıca en fazla yayın yapılan üniversitenin en pahalı üniversite olması da gerekmiyor. Kayıt ücretleri
konusunda Türkiye’de bir aşırılık olduğu aşikâr. Bu karşılaştırmayı ‘Satın Alma Gücü Paritesi’yle yapınca, Türkiye’de vakıf üniversitelerinin gözüktüklerinden de pahalı
olduğu ortaya çıkar. Çoğu vakıf üniversitesi, yaptığı yatırımı çok kısa zamanda geri almak istiyor. Yeni yatırımları büyük ölçüde kayıt paralarından finanse ediyor. Kayıt ücretinin bir yılda %25 artmasının bir nedeni bu. Vakıf olma nitelikleri yok denecek kadar zayıf. Fiilen kâr amaçlı işletmeler olarak
çalışıyorlar.

Çoğunda parayı yatıran kişi, aile veya kurum, özel şirket patronu gibi davranıyor. Doğrudan yönetiyor; inşaatları, hizmet alımlarını gruba bağlı şirketlere yaptırıp, kâr ediyor.

Bir bölümü meslek yüksekokulu seviyesinde eğitim veren bu kurumlar, -ki buna birçok kamu üniversitesi de dahildir-, YÖK sisteminin tektipçi anlayışı nedeniyle üniversite sıfatı
taşıyor. Bu aşırı ücret artışında talep baskısı da rol oynuyor. Çünkü burası bir
statü toplumu. Büyük ölçüde satın alınan bir statü bu. Askerlik hizmeti konusunda bile üniversiteye gitmekle elde edilen bu statü farkı, erkek öğrencilerin talebinde etkili oluyor.

Statünün kan bağıyla değil, ailenin para gücüyle çocuğa devredildiği veya kazandırıldığı bir toplumuz.

Özel üniversitelerin bedeli

KORAY ÇALIŞKAN

Yorum / 10/07/2011

Özel üniversitelerin durumu bilimsel üretimi sekteye uğratacak yapısal sorunların baskısı altında.

Türkiye’de vakıf üniversitelerinde çalışan öğretim üyelerinin hayatı zor.
Çoğu haftada dört ders veriyor, 12 saat derse giriyor. Üniversite hayatını bilmeyen bilmez, 12 saat çalışıyorlar işte diye düşünen olabilir. Biz bir dakika konuşmak için bir saat çalışırız. Karşınızda küçük çocuklar değil olgun erkek ve kadınlar vardır. Hayata atılmaya çeyrek kala dünyayı anlamaya çalışırlar. Öğretim üyeleri ders vermenin yanında bilimsel üretim de yapmak zorundadır. Bir makale yazmak için aylarca çalışırlar.
Bir kitap en az beş yıllık titiz bir çalışma gerektirir.
Üzerine yüksek lisans ve doktora öğrencileri için harcanan zamanı ekleyin.

Yapısal sorunlar

Özel üniversitelerin durumu bilimsel üretimi sekteye uğratacak yapısal sorunların baskısı altında. Öncelikle sendikasız öğretim üyesi çalıştırma nedeniyle öğretim üyelerinin aşırı sömürüsü söz konusu.
Normalde verdikleri dersin yarısını vermeleri gerekirken, hocalar iki kat iş yüküne katlanıyorlar. Böylece özel üniversite ile kamu üniveristesi maaş farkı reel olarak kalkıyor. Özel üniversitesi bilimsel özerklik için elzem bir iş güvencesi de yok. Böyle olunca idarenin, dekanların isteklerine daha fazla boyun eğen bir akademisyen karakteri ortaya çıkıyor. Öğrenciye müşteri olarak bakan işadamı gibi rektörler ve işadamı mütevelli heyeti başkanları da bu profili destekliyor.
Son olarak özel üniversitelerde personel sayısının yetersiz olması akademisyenlerin idari iş yükünü de arttırıyor.

Sonuç ortada

Özel üniversitelerde fiyatlar artıyor, aşırı sömürülen öğretim üyelerinin verdiği ders kalitesi düşüyor, öğretim üyeleri bu duruma daha kolay katlanmak için meseleye gereğince eleştirel bakamıyor, zaten dünyadaki bütün özel üniversitelerin aksine iş güvencesi olmadan çalıştıkları için seslerini daha az çıkarıyorlar, bilimsel üretim de taviz verilen ilk şey oluyor.
Bilimsel üretim olmayınca da üniversite ortadan kalktığı için özel üniversitelerin büyük bölümü yükseköğretim dershanelerine dönüşüyor. Ancak unutmamalı, kamu üniversitelerinin bilimsel üretim düzeyi de çok çok yüksek değil. Ancak bu üniversitelerdeki sorunların başka bir yapısal nedeni var.

Çözüm var

Eğitim ve bilgi, su gibi hava
gibi insanlığın temel hakkı ve
ortak zenginliğidir. Ticarileştirilmesi yanlıştır. Böbrek satmakla bilimsel bilgi satmak aynı kapıya çıkar. Çözüm özerk demokratik kamu üniversitesidir.

Share

Şiddetin dinmeyen soğukluğu

Artık haberleri seyredemez hale geldim. Malumunuz Mehmet Ali Birand hastalanınca (geçmiş olsun) ve diğer anchor(wo)manlarımız da tatile çıkınca bütün Türkiye tatile çıkıyor. Yaz akşamlarında zaten çekilmez olan haberler daha da dayanılmaz hale geliyor. Bütün bunlar olmadan ve seçimler yapılmadan önce yazmıştım ama bu güne nasipmiş…

Haberleri seyretmek neredeyse imkansız hale geldi. Üçüncü sayfa haberleri bir yana birbirine bağırarak seviyeyi kaybeden politikacılarımız nefreti ve tansiyonu yükseltiyor. Günlerdir Kahramanmaraş’ta olan olay konuşuluyor televizyon kanallarında… Neden? Nasıl? sorularıyla dört kardeşim zamansız ve kendi istekleriyle aramızdan ayrılışları tartışılıyor. Bu gün yine bir haber kanalında akademisyen psikiyatrist durum hakkında yorum yapıyordu: “Sağlıklı insan gruplarında bile psikoz yaşayanların durumu diğerlerini de etkileyebilir.” Durum bana böyle geliyor. Toplu tecavüzlerin ve takip eden nevrotik dönemlerin sahnelendiği diziler, çocukların babalarıyla kavgalı olduğu sahneler ve kadınlara saldırının meşrulaştığı mizansenler gündelik hayatımıza o kadar çok girdi ki…

Türk televizyon kanallarındaki yapımların kalite açısından yetersizliği insanları tatmin etmemeye başladı. Özellikler gençler açısından bu problem daha bariz görülmeye başladı. Ayrıca yeni icatla “Y” neslinin görsel ağırlıklı algılama yaklaşımı yüzünden artık herşey hızlı olmak zorundadır. Bilgisayaların getirdiği işlemci ve bellek hızına dayanarak oluşturduğu sabırsızlık kavramı yavaş yavaş hayatlarına girdi. Şimdi tempo arayan ve sabırsız bu gençleri televizyona bağlayacak ritimi yakalamayan kanallar şiddet narkozu ile bu grubu elinde tutmaya çalışıyor. Rating rakamları da bu konuda başarılı olduklarının güvenirliği sorgulanır kanıtıdır.

Bir ay önce Şirin Payzın  twitter’da şu mesajı gönderdi, “vall ben tersini sakin, sessiz, mutlu konular vaadetsem bu sefer kimse izlemezki:)) mecburen bizde kıran kırana tartışma vaadedicez”

Herkes şiddet ve gerilim isterken nasıl olurda insanların bundan etkilenmemesini bekleyebileceğimi bilmiyorum. Sınavlardaki şaibeler ve geç gelen mahkeme kararları yüzünden adalete inancını yitirmiş bir toplumun başına gelebilecek en kötü durum, devamlı tehdit altında olmanın getirdiği gerginliği taşımalarıdır. Bu basınç öyle ya da bu şekilde kendimizi koruma güdülerimizi harekete geçiriyor. Çünkü bir yerlerde birilerin hakkımızı yediğini ve bize zarar verebileceğini düşünen toplum haline gelmemiz manik depressif belirtileri göstermez mi?

Bedri Baykam’ın bıçaklanması meselesindeki durum bile buna delil olarak gösterilebilir mi? Ben kendisinin beyanı olan bıçaklanmış bir insanın nasıl davranması gerektiğinin kitabı (kuralları) var da uymamış mıyım deyişini haklı buluyorum. Ancak sokakta ölmüş ve bıçaklanmış insanlara bakıp gülüp geçmek adetten oldu artık. Ama onun bağırmak ve yaralı olmak noktasındaki tavrının da pek alışılmış olduğunu da düşünmüyorum.

3. üncü çoğul şahısları sorumlu tutularak yapılan konuşmaları çok sevmem ama söylemeliyim. Diziler, Haberler ve etrafımızda olan biten bütün oluşumlar hislerimizi yavaş yavaş öldürüyorlar. Yeni duruma ve hale alışıyoruz. Bunu gerçek sanmaya başlıyoruz. Doğru ve yanlış arasındaki çizgi düşündüğümüzden daha hızlı bir şekilde belirsizleşiyor. Hızlı, hissiz ve hayalsiz bir hayat yaşamaya başlıyoruz. Durup nefes almalıyız.

 

 

Share