Othello ve zamanın getirdikleri

Bayram tatili sonrasındaki koşturmam ancak bir nihayete erdi. Hayatımda hep bir devinim var. Bazen beni de içine alıp köpüklerinden nefes alabileceğim kadar küçük alanlarda sıkışıp kalıyorum. Havaların Aralık ayına rağmen kış mevsimine yakışmayan yüksekliği nihayet sona erdi. Bunun dışındaki endişelerin ve sıkıntılarım için beklemekten başka bir çare yok. Zaman en iyi ilaç ancak şifa olmadan önce hastayı da küçültüyor. İnsanların bazıları iyi yönde bazıları kötü yönde beni şaşırtmaya devam ediyor. Kızgınlığın insan tabiatını şirazeden çıkardığı görmeye alıştım artık. Sığınacak limanlar bulmak eskisi kadar kolay olmuyor… Çizgilerin eridiği ve bakışların miyoplaştığı günler geçiriyoruz insanlık olarak. İnsanın insan olduğu için sevildiği ve saygı duyulduğunu görmek istiyorum.  Öğretim düzeyimiz ne kadar düştüyse eğitim seviyemiz de bir o kadar düştü. Yiyeceklerimizle birlikte aşklarımız, hislerimiz ve estetiğimiz de plastikleşti. Bir damla ümidim var ama yine de Othello’nun dediklerini tekrar etmekten kendimi alamıyorum.

Tanrı sınamak istediğinde beni
Dert verip dermanımı keseydi,
Bin bir türlü sıkıntı, utanç yağdırsaydı
Göklerden şu çıplak kafama,
Boğazıma kadar beni gömseydi yoksulluğa,
Tutsak edip kırsaydı bütün umutlarımı,
Bir damla huzur bulabilirdim yine de
Ruhumun bir köşesinde.
Ama hayır, küçümseyen dünyanın
Durmadan beni gösteren parmağı
Değişmeyen bir alay konusu ediyor beni.
Buna da katlanabilirdim; dayanabilirdim buna da.
Ne yazık, içime aşkımı sakladığım,
Bana isterse hayat, isterse ölüm getiren o kaynaktan,
Sevgisini isterse besleyen, isterse kurutan o pınardan.
Çıkarılıp atılmak!
Ya da orada kalıp orayı kurbağaların
Çiftleşip ürediği pis bir su birikintisi saymak!
Rengin uçtu bak;
Sakin ol, genç, gül dudaklı, masum yüzlü melek!
Şimdi cehennem kadar korkunç görünüyorsun sen!
Seni koklayanı kendinden geçirip acı veren
Zararlı ot, hiç doğmamış olsaydın keşke.
”Ne günah işledim,” diye soruyor bir de!
Bu güzel kağıt, bu eşsiz kitap
Üstüne ” Orospu ” yazılsın diye mi yaratıldı?
Ne günah işlemiş! İşlemiş! Orta malı seni!
Senin yaptıklarını söyleseydim eğer,
Cayır cayır yanardı yanaklarım ocak gibi,
Utanç denen şeyi yakıp kül ederdi.
Ne günah işlemiş!
Kokusunu duymasın diye gök burnunu tıkıyor,
Ay, gözlerini kapatıyor utançtan.
Önüne çıkanı öpen çapkın bile
Toprağın derinliklerine sığınmış işitmesin diye.
Günahı neymiş?!! Utanmaz orospu!…

OTHELLO
William Shakespeare
Türkçesi : Özdemir NUTKU

Share

Ludwig ve Fazıl

Piyanistlerin yazdıkları notalar dışında eserlerin varlığı hep dikkatimi çekmiştir. Piyanoyla olan ilgim doktora yıllarındaki Belçika’lı piyanist dostum Jan Lust‘dan gelir. Fransız ve Rus ekolünden bir çok eser dinledim kendisinden. Türkiye’de Fazıl Say’ın arabesk hakkında sarfettiği sözleri dinleyince Küçük İskender’in verdiği cevabı da sevinerek okumuştum. Ancak aşağıdaki inkisarını okuyunca aklıma Devrim arabaları’ndaki slogan geldi: (Türkiye’de) ” hiç bir başarı cezasız kalmaz!”
Marjinal yazarlar…
Siz kazandınız
Lütfen siz kazanın.
Lütfen benimle uğraşmayın.
Ve ebediyen siz kazanın….

Tamam, ben giderim uzak bir yere (gözden uzak) (uzaya gidemem kızımdan da ayrılamam ama siz beni görmezsiniz merak etmeyin) giderim..

Ben son 6 yıl içinde;
2 büyük oratoryo
2 büyük senfonik eser
1 keman konçertosu
2 piyano konçertosu
5 solo piyano eseri
1 bale müziği
2 Bach uyarlaması
4 film müziği
1 tiyatro müziği
bestelemiş olsam da, HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN

Bu son 6 yılda;
dünya üzeri 42 memlekette 326 şehirde konserler verdim.
Yaklaşık 700 konser.
HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN

Bu 6 yılda;
10 CD
2 DVD
12 NOTA
piyasaya sunduk.
HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN
Anlıyorum, yaptıklarım mühim değil.
Hiç bir zaman “her görüşüme katılmalısınız” demedim. Tartışmaya hep açıktım.
Hiç bir zaman hemfikir olmadığım insanlara saygısızlık yapmayı düşünmedim.
Ama siz yaptınız. Adil değildiniz.
Bir fikirde ayrı düşünüyorduk siz kökünü kazımaya kalktınız her seferinde.

Ama hiç bir zaman kendi içsesimden vazgeçmedim. Doğru bulduğum doğrumdu, yanlış bulduğum yanlıştı.
Yanlışı ben yaptıysam da hatamı anladığım gün düzelttim.

Anladık, değersiziz. Sizin değer anlayışınızı anlamadım ama, ben değersizim o anlayışa göre, onu anladım.

İmkanı yoktur bazı kusurlarımı affetmenizin.
Affedicilik de değil, “kabul” etmenizin, “lütfetmenizin” imkanı yoktur…
Zamanında hatalarım olmuş onları düzelttiysem, bu da doğru değildir sizce…

İmkanı yoktur..

Falanca arabeskçiyi kültürlü olarak görmüyorumdur, asla affetmezsiniz.
Aziz Nesin haklıdır derim, bütün hayatıma sataşırsınız.
Gençleri klasik müzikle tanıştırmak için Mercan Dede ile beraber konser veririm, “hayatı boyunca popülist” dersiniz.
“Din sömürüsü aldı başını gitti” derim, ölüm fermanımı vermediğiniz kalır.
Konuşmayız, “Konuşmaz o korkak” dersiniz.
Konuşuruz, “Konuşmak senin ne haddine, işine bak sen” dersiniz.
Beethoven ,deriz, “Git Beethoven’ın ülkesinde yaşa” dersiniz.
Git…
Popülist…
Korkak…
Ne haddine…
Git…
Hep bunlar…
Hiç bir yolu yoktur…
Sizler facebook da 130 grup kurdunuz (fazıl say gitsin vs diye).
Ekşi-sözlükte yazılar yazdınız
Google’ı doldurdunuz
Yahoo’da gruplaştınız, gazete haberlerinin altına yorumlar yazdınız.
Almanya’da yılın müzisyeni seçildiğimin haberinin altına bile döşendiniz hakaretlerinizle. ..

Her yerde sizler varsınız.
Ve sizler ne yaptınız hayatta,
bilmiyorum, sormuyorum, düşünmüyorum, nefret etmiyorum, saygısızlık yapmıyorum.
Ama siz bana yaptınız…
Siz yarattınız bana en ağır haksızlıkları yapan bir kültür bakanını, Siz yarattınız, siz cesaretlendirdiniz marjinal köşe yazarlarını, Siz pislik attınız, çamur attınız, Hepsini siz yaptınız…

İçinizde mesleki kıskananlar da oldu,
Aranızda piyano çalanlar da oldu,
Çalmayanlar da…

Faşoları…
Dincileri…
Marjinalleri. ..
2.cumhuriyetç ileri…
Avanak liberalleri. ..
Ben hiç birinize tek bir kelime kötü bir şey söylememişken…
Hepsini siz yaptınız….
Artık kazanın…

Siz kazanınız..
Kazanınız ve bitsin..
Yeter …

İnsan çocukluğuna dönmek istiyor yaylım ateşi sıras ında.

Benim gerçek dostlarım bu yazıyı niye yazdığımı kimlere yazdığımı anlamıştır.

*****************************************************************************

Fazıl Say bu yazdıkları beni çok düşündürdü. Daha yakından anlattığı başka bir yazısını dikkatinize sunmak istedim. Hemen ardından aklıma Ludwig Beeethoven’ın sevgilisine yazdığı ve masasında bulunan üç mektubu geldi. Onu ilave ettim. Ben mektupların orjinalini görmenizi de isterim.

RESİTAL

Sabah kalkarsın
Hava Alanı’na gidersin
“Check-in” ve “Pasaport Kontrolü”nden geçip, telaşlı bir “airport-cafe” de hızlı bir kahve içersin Uçağa binersin

Bir kaç saat sonra indiğinde başka dilin konuşulduğu bir ülkede, başka bir iklimde, yine pasaport kontrolünden geçersin.
Bavulunu beklersin
Sonra arabayla otele geçersin
Öğlen yemeğini yalnız yer, bir iki saat kafa dinlersin

Akşamüstü 5 gibi Konser Salonuna geçersin Hiç bilmediğin bir piyanoya 1-2 saat içinde alışmaya çalışırsın Orada iki insan vardır Akortçu ve ışıkçı..
Tanımadığın adamlardır
Onlarla genelde, “merhaba nasılsınız?” gibisinden 5-6 kelime konuşulur

Bu zaten o gün konuşulan ilk kelimelerdir

Saat 7 ile 8 arası kulis odasında meditatif bir “içine dalma”ya geçersin, konsantre olmaya…
Saat tam 8 de (daha doğrusu o hep sekizi üç geçedir, beş geçedir) sen karanlık “backstage” de hazırsındır.

Salonda da seni dinleyecek olan 2500 kişi sessiz ve hazırdır.
Işıklar kısıldığında,
Yürümeye başlarsın, piyanoya doğru.
O konser senin, sana vereceğin bir konserdir, bir iç hesaplaşmadır, yapmak istediklerin, yapabileceklerin, o gün o şartlarda yapabileceğin şeylerdir.
Uzun ve saygıyla selam verirken,
son 7 yıldır kendine seslendiğin gibi, bir dua okur gibi seslenirsin “konser saygını” kendine;

Saygıyla eğil.
Uzun uzun, saygıyla…
Sevgiyle…
içtenlikle…
Bu güzel insanlara iç sesini sunmaya geldin.
Onlar da dinlemeye geldi..
İçine çek onları.. En derininden hissedecek kadar içine çek.
İyiyi hisset..

Ve….
Başlar konser

Çalan sensin, dinleyen sensin, değerlen diren sensin, eleştiren sensindir

Müzik her şeydir
İnsan da ilhamdır!

Orda ön sırada oturan 7 yaşındaki papyonlu bir oğlan çocuğu, seni ateşlemiştir Müzik ona hitap etmelidir, o eğlenmelidir o sırada çalan Mozart ile, o velet anlamalıdır müziğin dilini, Evrendeki tek orta k dili.
Haz duymalıdır,
dikkatini çekmelisindir onun,
anlaması, haz duyabilmesi için.

Yahut, yukarı balkonda oturan genç kadın…

Ya da 4.sırada dikkatle dinleyen o yaşlı dede…
Kim bilir ne anılara dalmaktadır hayatının bu son yıllarında Mozart’ın seslerini dinlerken?..
1942deki ilk aşk?
1955de Annesini yitirişi?
1963 deki düğünü?
Bir tatil kasabasında başka bir kadına platonik bir biçimde aşık olması?
1996da eşini kaybetmesi?

O anılara sen de katılmalısındır, Mozart eşliğinde…
Ludwig van Beethoven’dan “yaşam mücadelesi” dolu bir sonat gelir ardından belki…

Belki o gün Prokofief’in “savaş sonatı” vardır programda, Ve sen, ne yapıp edip 2. Dünya Savaşı trajedisine dalmalısındır o müzik eşliğinde..
Ya da Liszt’in Si minör sonatı vardır programda; Faust ile Mephistopheles arasında…
önünde koca bir Orkestra,
gerçek piyanonun çok ötesinde, bir Wagner Operası hayal alemine dalmalısındır..

İnsan içini dinlemelidir, her ne çalarsa çalsın.
İç zengindir…
Trombonların öfkeli emirleri,
trompetlerin dramatik sinyalleri,
geniş bir yaylı sazlar topluluğun sessiz ve hazin tınısı kaplar ortalığı…

Hepsi tek gerçektir, piyano sesinin yok olduğu bu orkestrada.. .

Kendi memleketinden bir tutam toprak gibi gelir “Aşık Veysel anısına Kara toprak” o konserin sonlarında..
Bir “nostalji” gibidir o.
Neredeysen o an, “ses yollamacadır” Anadolu’ya.. Uzaklardan. ..

Konser bitiminde (güzelse her şey) uzun uzun ayakta alkışlanılırsın…
O anlar artık daha çok kendinle konuştuğun anlardır.
“Bu seyirciye şöyle bir bis parçası çalarsam hoşlanacaklar herhalde” gibi bir neşe sarar.
Aklından geçirirsin “ne çalsam iyi gider?” diye….

Bir egodur o, bir zafer sarhoşluğudur.
“Hak edilmemiş” değildir ama…
Yürüyüşler selam verişler daha bir enerji doludur, daha bir atiktir.
Kazanılmış olan motivasyonun etkisiyle, çalış da daha özgürdür artık bu konserin sonlarında…

Konserden sonra CD imzalarsın tebrikleri kabul edersin.
Ve hemen ardından sen ve 2500 kişiden arda kalan yine salt sensindir, yalnızlığındır.

O akşam ağzından çıkmış olan kelime sayısı 20-30 olmuştur belki; danke, thanks, merci, grazie, arigato, sağolun, vs…
Bir dilde teşekkür etmişsindir kutlayanlara, tek kelime ile…

Ertesi sabah bu konser ile ilgili çıkan övgü dolu yazıların çıktığı gazetelerin , henüz bayilere ulaşmadığı bir tan vakti, sen yine havaalanındasındır.

2500 insanın her biri geride kalmıştır.
Onların dostlarına anlattıklarıyla, vesairesiyle; her şey sensiz gelişecektir.
Sen o şehirdeki bir cafe’de bir bar’da oturup o insanların hiç biriyle tanışamayacaksındır. .

Çaldığın konserini tartışamayacaksındır.
Sen havaalanında o sırada soğuk su ile tıraş oluyorsundur, saçını tarıyorsundur.
Ve şunun çok benzeri bir başka gün seni beklemektedir.
Metin Altıok’un Bingöl’deyken yazdığı serzeniş şiiri gibi;

Ay dokundu omzuma irkildim
Göğün puslu balkonunda
Birdenbire insanları özledim.

Ve 20-25 gün sonra…
Bir gece karanlığında ayrılmış olduğun evine geri döndüğünde (100.000 insana müzik dinletmiş olarak)…

İçin yorgundur ama mutludur aslında…
100.000 insanın hiçbirinin adını bilmiyorsundur ama o enerjiyi biliyorsundur. .
Evrene insanların yaydığı iyi olan enerjiyi…
Evde geri kalan; kızın ve sensindir tek gerçek olan geri kalan…
Ve en yakınlarındır, dostlarındır.. .

Fazıl SAY

Meleğim, her şeyim,

Sadece bugün senin kurşun kaleminle  birkaç kelime yazdım.  Yarına kadar kalacağım  pansiyon kesin olarak belirlenemeyecek. Ne gereksiz bir zaman kaybı bu.

İhtiyaçtan konuştuğunda, duyduğun bu derin acı neden?  Fedakarlıklar olmadan, her şeyi, biri diğerinden talep etmeden aşkımız sürebilir mi;  tamamen benim olmadığın gerçeğini değiştirebilir misin, ben tamamen senin değilim

Oh tanrım, doğanın güzelliklerine bak ve olması gerektiği gibi bununla kalbini rahatlat; aşk her şeyi talep eder ve bu çok  adil olmayabilir – bu yüzden o bana ve sana, ve sana ve bana.  Ama senin ve kendim için yaşamam gerektiğini çok kolay unutuyorsun; eğer tamamen birleşseydik bunun acısını en az benim kadar (benim gibi az da olabilir) hissederdin .

Yolculuğum korku doluydu; dün sabah 4’e kadar buraya ulaşamadım. Atların eksikliğinden posta-faytonu sürücüsü başka bir yol seçti, ama ne kötü bir yoldu; önceki sahnede gece yolculuk etmemem için uyarılmıştım; bir orman hakkında korkutuldum, ama bu beni sadece daha meraklı yaptı – ve yanılmışım- Faytonun kötü yolda incelemeye ihtiyacı var, dipsiz çamur bir yol.  Başımdan geçen gibi bu tür durumlar olmadan yolda saplanıp kalmalıydım. 8 atla buradaki normal yoldan yolculuk eden Esterhazy, benim 4 atla yaşadığım aynı kaderi paylaştı. Öte yandan bundan biraz zevk de aldım, her zorluktan başarıyla çıktığımdaki gibi – Şimdi çabuk bir değişiklik dahili şeylerden harici şeylere. Tabii ki en kısa zamanda birbirimizi göreceğiz; üstelik, bugün hayatımla ilgili son birkaç gün esnasında düşündüklerimi seninle paylaşamıyorum – Eğer kalplerimiz daima birbirine yakın olsaydı bunların hiçbiri başıma gelmezdi. Kalbim sana söylemek istediğim bir sürü şeyle dolu – ah – konuşmanın hiçbir şeye değmediğini hissettiğim anlar oluyor – neşelen – Tek ve gerçek hazinem olarak kal tıpkı benim senin olduğum gibi.

Tanrılar bizim için huzur yollamalı ve yollayacak.

Sana sadık LUDWIG

Mektup 2

6 Temmuz Pazartesi, Akşam

En değerli varlığım, acı çekiyorsun biliyorum – Mektupların Pazartesi ve Perşembe sabahları çok erken postalanması gerektiğini daha yeni öğrendim – Posta arabasının (faytonunun) buradan K.’ya gittiği biricik günler – Acı çekiyorsun – Ah nerede olursam olayım, sen de oradasın – Seninle yaşayabileceğimi seninle ve benimle ayarlayacağım. Ne hayat!!! Böyle!!! Sensiz – insanoğlunun iyiliğiyle buraya ve oraya koşuştur – hak ettiğimin azını istiyorum – insanın insana karşı tevazusu – beni acıtıyor – evrendeki ilişki içerisinde kendimi düşündüğümde, ben neyim ve o ne – en büyük dediğimiz – ve henüz – burada insanın içinde yatan ilahi – Muhtemelen Cumartesi’ye kadar benden ilk raporu alamayacağını düşündükçe ağlıyorum – Senin beni sevdiğin kadar – ben seni daha fazla seviyorum – Ama hiç kendini benden gizleme – iyi geceler – Banyo alıp yatacağım – Oh Tanrım – çok yakın! Çok uzak! Aşkımız cennete ilişkin bir durum gibi, değil mi (çeviriden anladığım cennetten çıkma demek istiyor herhalde), ve aynı zamanda cennetin kubbesi gibi sağlam değil mi?

Mektup 3

Günaydın, 7 Temmuzda

Hala yatakta olmama rağmen düşüncelerim sana gidiyor, ölümsüz sevgilim, şimdi ve sonra neşeli, sonra kederli kader bizi duyacak mı diye öğrenmek için – Sadece tamamen seninle yaşayabilirim yada hiç yaşayamam – Evet, en sonunda gerçekten kollarına uçarak seninle evdeyim diyene kadar senden çok uzakta dolaşmaya kararlıyım, ve ruhlar ülkesinde sana sarılı ruhumu yollayabilirim. Evet maalesef böyle olmalı – sana olan sadakatımı bildiğin için daha çok içereceksin.  Başka kimse kalbime sahip olamaz – asla  asla – Oh, Tanrım, birini bu kadar seven insan neden sevdiğinden ayrı kalmalıdır ki. Ve şimdi benim V’deki yaşamım çok aşağılık bir hayat – Aşkın beni hemen insanların en mutlusu ve en mutsuzu yapıyor – Bu yaşta sakin ve düzenli bir hayata ihtiyacım var – ilişkimiz de böyle olabilir mi? Meleğim, bana posta arabasının artık hergün gittiğini söylediler – bu yüzden mektubu bir an önce kapamalıyım ki sen de bir an önce alasın – Sakin ol, sadece varoluşumuzu sakin bir gözden geçirmeyle beraber yaşama amacımıza ulaşabilir miyiz – Huzurlu (yada sakin) ol – beni sev – bugün – dün – gözyaşlarıyla dolu özlem, senin için – senin için – senin için – hayatım – her şeyim – elveda.  beni sevmeye devam et – asla aşkının en sadık kalbini yanlış değerlendirme.

Hep Senin

Hep benim

Hep bizim

Share

Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği

Mehmet Akif yıllar önce memleketinin düştüğü durum üzerine şu satırları yazmıştı.

Nâ-hak yere feryad ediyor: Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i ilâhî!”

Adalet kelimesi herkese hakkını vermek anlamından gelir. Ancak bir beldede katiller (kimi ve nasıl öldürdüklerini gözetmeksizin söylüyorum) tezarühat yapılıyorsa ve göz göre göre hukuk yerine getirilmiyorsa…O ülkenin geleceği için ümit çok az demektir. Ömer adaleti Fırat kenarındaki kurdun kuzuyu yemesinden sorumlu kılar…İnsan azizdir. Onu katleden kim olursa olursa ceza almalıdır… Vicdanlar huzur bulmadıkca huzurlu bir toplumdan söz etmek mümkün olmayacaktır. Adaletin yokluğu beni korkutuyor.. Ruhumda güvercin tedirginliğini hissediyorum. Huzurlarınızda Hrant Dink’in son yazısı…

Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı… Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

“Ya sabır” çeke çeke…
Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım… Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: “Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.” Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

“Türk Devleti adına”
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim… Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi… İşte size bedel… İşte size bedel… İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında… O noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı… Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

Hrant Dink (19 Ocak 2007) AGOS Sayı: 564

Share