Ey Kervanbaşı

ای ساربان


ای ساربان ، ای کاروان ، لیلای من کجا می بری ؟

با بردن لیلای من ، جان و دل مرا می بری.

ای ساربان کجا می روی ؟ لیلای من چرا می بری ؟

ای ساربان کجا می روی ؟ لیلای من چرا می بری ؟

در بستن پیمان ما ، تنها گواه ما شد خدا
تا این جهان ، بر پا بود ،این عشق ما بماند به جا
ای ساربان کجا می روی ؟ لیلای من چرا می بری ؟
ای ساربان کجا می روی ؟ لیلای من چرا می بری ؟

تمامی دینم به دنیای فانی، شراره عشقی که شد زندگانی
به یاد یاری خوشا قطره اشکی ، به سوز عشقی خوشا زندگانی
همیشه خدایا محبت دلها به دلها بماند ،بسان دل ما
که لیلی و مجنون فسانه شود حکایت ما جاودانه شود

تو اکنون ز عشقم گریزانی غمم را ز چشمم نمی خوانی
از این غم چه حالم نمی دانی
پس از تو نمونم برای خدا تو مرگ دلم را ببین و برو
چو طوفان سختی ز شاخه ی غم گل هستی ام را بچین و برو
که هستم من آن تک درختی که در پای طوفان نشسته
همه شاخه های وجودش ز خشم طبیعت شکسته

با بردن ، لیلای من ، جان و دل مرا می بری

ای ساربان ای کاروان لیلای من کجا می بری ؟

ای ساربان کجا می روی ؟ لیلای من چرا می بری ؟
ای ساربان کجا می روی ؟ لیلای من چرا می بری ؟


MOHSEN NAMJOO – EY SAREBAN
Yükleyen dogala79. – Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

Share

Sayılara boğulmak

Öyle bir çağdayız ki, kalbinizin atışı bir sayı, kolestrolünüz bir sayı, kaç kitap okuduğunuz bir sayı…Siz ne kadar çok para harcıyorsanız o kadarlık adamsınız kimse nasıl harcadığınızla ilgilenmiyor zaten. Bu yüzyılda kütüphaneler içindeki kitapların sayısıyla ilgileniyorlar, kaçını okuduğunuz kimsenin umurunda değil. Hepimiz kaç kere öpüştüğümüzü sayıyoruz ama kaçı unutulmaz, hiç dert etmiyoruz.

Biz bu yüzyılda 1 ve 0 arasında ve sadece sayılarla yaşıyoruz. Artık değerler ve anlamları yavaşca yerlerini rakamlara bıraktılar. Bütün sorular kaç taneyi soruyor ve niceliklerini öğrenmeyi hedefliyor. Biz sayıların anlamsızlaştırdığı bir nesil olmak yolunda ilerliyoruz.

Kimse insanla ve ruhuyla ilgilenmiyor..

Bu konuda bağırarak konuşmak istiyorum..ancak şimdilik susuyorum.

Can Dündar’ın bugünkü yazısı derdime kısmen tercüman oluyor…

Seçmen ile seyirci

“12 dev adam”ın maçlarını ve referandumu peş peşe izleyince insan “yurdum insanı”nı daha iyi tanıyor.
Seyirci ile seçmenin bazı ortak özelliklerini de keşfediyor.
Pota önünde gözlediğim kimi tavırlardan yola çıkarak sandık başında da tezahür eden “milli karakter”imizi deşmek istiyorum:
* * *
Benim izlediğim maçlarda çevremdekilerin çoğu ilk kez bir basketbol maçına gelmişlerdi. Yani başarının kokusuna koşmuşlardı.
Bu da gösteriyor ki, aslında biz sporla değil, skorla ilgiliyiz.
Ne oynadığımız, nasıl oynadığımız önemsiz.
Yatakta “kaç posta” hesabı yapan erkekler gibi, içeriğe değil, sonuca bakıyoruz.
Türkiye dışındaki maçların boş tribüne oynanmasından da anlıyoruz ki, biz aslen basketbol sevmiyoruz; basketbolcularımızı seviyoruz.
Tıpkı çocuk sevmeyip kendi çocuğumuzu sevdiğimiz, sokak kedisini tekmeleyip evde köpek beslediğimiz gibi…
* * *
İkinci gözlem şu: Çabuk moralimiz bozuluyor.
Takımımız öndeyken bütün salon ayakta; alkış kıyamet…
Takım geriye düştüğünde, yani asıl destek gerektiğinde salon alkışı kesip endişeyle bekleyişe giriyor. Ve tribünler seçim kaybetmiş parti merkezi suskunluğuna bürünüyor.
Lafa gelince seyirci “13. dev adam…” Ama zor anda üzerine düşeni yapmayıp diğer 12’den mucize bekliyor.
Tıpkı seçimde sandığa gitmeyip kaybedince lidere kabahat bulan partililer gibi…
* * *
Üçüncü gözlem şu:
Hısımlıkla, hasımlık ince bir çizginin iki yanında; taraftar hızla birinden diğerine geçiveriyor. Bir şutuna hayran olduğu oyuncu ikincide ıskalarsa “yuh”u yiyor.
“Huh-hah”tan hızla “vah-vah”a geçiveriyoruz.
Sırbistan son yarım saniyede galibiyeti getirecek basketi atamadı diye bizim takımı omuzladık; atsalardı zavallıları yerden yere vuracaktık.
Sezen Aksu’nun heykelini diken İzmirlilerin, bir tercihini beğenmeyince tabelasını söküvermesi gibi…
Sevginin bu kadar pamuk ipliğine bağlı olması, aslında sevgisizlik göstergesi mi?
* * *
Bir başka gözlem: Çifte standartlıyız.
En kritik yerde bizim oyuncu faul yaparsa “Afferim” diye pohpohluyoruz. Rakip aynı hareketi bize yapınca “Yuh ayı” diye ayaklanıyoruz.
“Faul” bize hizmet ettiği sürece makul, hoş görülebilir, hatta yararlı bir şey çünkü; tıpkı siyasetteki hakaret gibi:
Bizim lider küfrederse iyi; bizimkine küfredilirse ayıp…
* * *
Hayatta olduğu gibi sahada da hiçbir şey yapmadan kenarda duran, kazançlı her zaman…
Ona pek kimse ses etmiyor.
Ama risk alan, öne çıkan yanıyor.
Gözünü karartıp üçlük atmayı deneyen oyuncu başarırsa kahraman; kazara atamazsa “Ulan oradan da atılır mı” fırçasını yiyor anında…
Siyasette de böyle bu:
Kılıçdaroğlu’nun radikal çıkışları sorgulanıyor şimdi; “Hayır”lar 3-5 puan fazla çıksa, alkışlanacaktı oysa…
* * *
Ve son gözlem:
Yenilirse takım yeniliyor ya da oyuncular, parti, lider…
Biz, yani seyirciler, seçmenler hiç yenilmiyoruz. Adı üstünde “seyirci”yiz ya, kendimizde kusur bulmuyoruz. Anında partiyi, takımı, lideri yalnız bırakıveriyoruz.
Ama galibiyet varsa zafer sofrasına ilk biz oturuyoruz.
Yenilen onlar; kazanansa biziz her zaman…
Hesap vermeye gelince kaybedenler yalnız; bizse her kutlamada varız.
Vefasızız.

Share

Pazar’ın getirdikleri

Fotoğraf: Mehmet Turgut

Eğer yaz tatilinde ya da ülkenin gazetede yazarlarının haber üretmekten daha ziyade dinlenmeyi tercih ettiği bir dönemde iseniz  Pazar günü gazete okumak zevk vermiyor. Hatta televizyonda bile gündem izlenesi olmuyor. Neyse bu pazar okuduğum gazetelerdeki ilginç konulardan birisi de Elif Şafak’la Ayşe Arman’ın yaptığı röportajdı. Bence esas güzel olan Mehmet Turgut’un fotoğraflarıydı. Öte yandan Elif Şafak’ın kendisini açık etmemeyle okuyucuyu heyecanlandırma arasında verdiği bilgiler maalesef beni etkilemedi. Elif Şafak  hakkında onca yazıyan itham yazıların okudum ve yurtdışında çıkan gazetelerin yorumlarını da inceledim. O meşhur fıkrada denildiği Türk kazanında yükseleni Türkler tutup aşağıya çeker..

Neyse konumuz bu değildi.. Başka bir yazı çok hoşuma gitti. Onu paylaşmak için bu girişi yapayım istedim. Esasında çamurlaşan Türk siyaseti için de bir yazı döşenmek lazım. Ancak ne zaman yapılır bilinmez. İnsanların bu kadar saygısızlaştığı vakitlerde geleceğe ait ümidimi tam anlamıyla yitiriyorum. Ece Temelkuran’ın bir yazısı bu konudaki düşüncelerimin bir kısmına tercüman oluyor.

Bu gün okuduğum diğer bir hikaye ise vefa üzerineydi. Yazının ana temasını oluşturan kısım Tolga Tanış tarafından bizzat olayın şahidinin ağzından yazılmış.

1940’lı yıllar Ankara… O dönem Gazi Lisesi’nde hem birbirleriyle çok iyi anlaşan hem de sürekli rekabet eden iki arkadaş vardır. Gazi, fen derslerinde başarılıdır. Can da edebiyatta… Ve ikisi de, okulun en iyi öğrencileridir.

Liseyi birlikte okuyan “iki can” arkadaş, eğitimleri boyunca harçlıklarını biriktirdiler. Liseden mezun olduktan sonra Milli Eğitim Bakam’na gidip, yurtdışında okumaya gönderilmelerini istediler. Parlak notlarla okullarını bitiren gençleri dinleyen Bakan, sözüne başlamadan önce birini dışarı çıkardı. Odasında kalan gence “Seni gönderebilirim ama arkadaşım gönderirsem dedikodu olur. ‘Oğluna torpil yaptı’ derler. Bu yüzden onu gönderemem” dedi. Bakan oğlu babasının kararına boynunu büktü, “Madem öyle benim biriktirdiğim parayı da sen al. Hiç olmazsa amacımı kısmen gerçekleştireyim” diyerek yıllardır biriktirdiği tüm parasını arkadaşına verdi…

Bakan, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’di, dedikodu olur endişesiyle yurtdışına göndermediği öğrenci ise oğlu Can Yücel’di. Yurtdışına giden öğrenci ise daha sonra dünyanın en ünlü beyin cerrahı olacak Prof. Dr. Gazi Yaşargil…  Hiç kopmadılar Can Yücel’in biriktirdiği harçlığı da alan genç Gazi Yaşargil, 1943 yılında Almanya’ya gitti ve tıp tahsiline başladı. 2. Dünya Savaşı’nın en sıcak günlerinde iki yıl Almanya’da kaldı, daha sonra da İsviçre’ye geçip, Zürih Tıp Fakültesi’ne girdi. O dönemin ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Rudolf Nissen’in dikkatini çekti ve bu hocanın asistanı oldu. Bu süre içinde Can Yücel ile ilişkisini hiç kesmedi. Can Yücel sık sık arayıp, derslerini sordu.  Gazi Yaşargil’in asistanlığı devam ederken Türkiye’de TSK 27 Mayıs 1960’da yönetime el koydu. Gazi Yaşargil’in doçentlik sınavına gireceği günlerde Türkiye’den asker celbi geldi: “Ülkene dön, askere gideceksin.” Asker celbinin geldiği günlerde liseden arkadaşı olan Ömer İnönü, Gazi Yaşargil’i ziyaret etti. İnönü’ye, “Git babana söyle, profesör olmaya yakınım, profesör olup askere gelirim” diyen Yaşargil, İsmet İnönü’nün oğlunun temaslarından da istediği sonucu alamadı. Bakanlar Kurulu Karan ile Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Vatansızların taşıdığı “haymatlos” pasaportuyla yaşamaya başladı. Önce profesör, sonra da ordinaryüs profesör oldu.

40 yıl sonra buluşma Yıllar sonra Yaşargil, Turgut Özal’ın girişimiyle yemden vatandaşlığa alındı. Türkiye’ye gelmekten hâlâ çekinen Yaşargil’e pasaportunu dönemin Sanayi Bakanı Şükrü Yürür götürdü. 18 yaşında ayrıldığı ülkesine girme şansını 35 yaşında yitiren Yaşargil, 63 yaşında Yürür’le birlikte Türkiye’ye geldi. 150 bin nüfusla bıraktığı Ankara’ya geldiğinde çok duygulandı. Otomobilden inmedi ve tam 3 saat otomobille Ankara’yı gezdi. İstanbul’a geçip can arkadaşı Can Yücel’le buluştu. Yaşargil, 40 yıldır göremediği Can Yücel’e, “Seninkiler gibi bir şiir yazsam, başka bir şey istemem” dedi. Yücel yanıtladı: “Ben de senin gibi bir operasyon yapsam başka bir şey istemem hayattan!”

1999 yılına gelindiğinde Can Yücel, Datça’daki evinde ağırlaşınca oğlu Hasan hocasına durumu anlatan bir yazı ile birlikte babasının onun için imzaladığı son eserini göndereceğini bildirdi. “Mekanım Datça olsun” adlı kitap, 12 Ağustos 1999’da Yaşargil’in eline geçti. “Gazi… gözümün bebeği…giderayak…” diye yazan. Aynı gün oğlu Hasan’dan “Gazi” den selam var” sözlerini duyan Can Yücel, son nefesini verdi.

Gazi Yaşargil, kendi oğluna ‘Can’ ismini verdi.

Sonra aradan yıllar geçer. Şair olan Can evlenir. Çocukları olur. Ve çocuklarından Yeni Hasan, tıpkı babasının arkadaşı Gazi gibi doktor olmaya karar verir. Gazi durumu öğrenir. Bunun üzerine, oğlanı kendisinin okutacağını söyler. Yeni Hasan, Galatasaray Lisesi’ni bitirir. Önce Fransa’ya, ardından Kanada’ya gider. Ve Gazi’nin desteğiyle, dünyanın en iyi tıp okullarında okur. Aradan yine yıllar geçer. Yeni Hasan, Kanada’ya yerleşir. İki oğlundan birinin adını Gazi koyar. Bu arada tıpkı Gazi gibi, kendi alanında çok yükseklere gelir. En sonunda da bir gün göz patolojisinde dünyanın en büyük ödülünü kazanır. Ödülü alan Prof. Dr. Yeni Hasan Yücel’dir. Babası, şair Can Yücel. Dedesi, eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel. Babasının arkadaşı ise dünyanın en ünlü beyin cerrahlarından Prof. Dr. Gazi Yaşargil.
Bu olayı, geçen hafta glokom hastalığı alanında yaptığı büyük bir keşifle Lewis Rudin Ödülü’nü kazanan Prof. Dr. Yücel’den dinledim. Kanada’daydı, telefonla konuştuk.
Size babanız mı anlattı bu öyküyü, dedim. “Ne babam bahsetti ne de Gazi Yaşargil’in bu konuyu açtığını gördüm. Ben başka yerlerden duydum. Tek bildiğim, benim bütün öğrenim masraflarımı Gazi Yaşargil’in karşıladığıydı” dedi.
Onur, dostluk ve vefa üzerine bir pazar hikâyesi…

Meraklısına not: 1960’lı yıllarda ikinci yeni şiir akımının önemli isimlerinden Ece Ayhan’ın beyninde tümör tespit edildi. Can Yücel, Yaşargil’e telefonla ulaştı, ameliyatı yapmasını istedi. Yaşargil Türkiye’ye gelemediği için Ece Ayhan Almanya’ya gitti.

Share