Öyle bir çağdayız ki, kalbinizin atışı bir sayı, kolestrolünüz bir sayı, kaç kitap okuduğunuz bir sayı…Siz ne kadar çok para harcıyorsanız o kadarlık adamsınız kimse nasıl harcadığınızla ilgilenmiyor zaten. Bu yüzyılda kütüphaneler içindeki kitapların sayısıyla ilgileniyorlar, kaçını okuduğunuz kimsenin umurunda değil. Hepimiz kaç kere öpüştüğümüzü sayıyoruz ama kaçı unutulmaz, hiç dert etmiyoruz.
Biz bu yüzyılda 1 ve 0 arasında ve sadece sayılarla yaşıyoruz. Artık değerler ve anlamları yavaşca yerlerini rakamlara bıraktılar. Bütün sorular kaç taneyi soruyor ve niceliklerini öğrenmeyi hedefliyor. Biz sayıların anlamsızlaştırdığı bir nesil olmak yolunda ilerliyoruz.
Kimse insanla ve ruhuyla ilgilenmiyor..
Bu konuda bağırarak konuşmak istiyorum..ancak şimdilik susuyorum.
Can Dündar’ın bugünkü yazısı derdime kısmen tercüman oluyor…
Seçmen ile seyirci
“12 dev adam”ın  maçlarını ve referandumu peş peşe izleyince insan “yurdum insanı”nı daha  iyi tanıyor.
Seyirci ile seçmenin bazı ortak özelliklerini de  keşfediyor.
Pota önünde gözlediğim kimi tavırlardan yola çıkarak  sandık başında da tezahür eden “milli karakter”imizi deşmek istiyorum:
*  * *
Benim izlediğim maçlarda çevremdekilerin çoğu ilk kez bir  basketbol maçına gelmişlerdi. Yani başarının kokusuna koşmuşlardı.
Bu  da gösteriyor ki, aslında biz sporla değil, skorla ilgiliyiz.
Ne  oynadığımız, nasıl oynadığımız önemsiz.
Yatakta “kaç posta” hesabı  yapan erkekler gibi, içeriğe değil, sonuca bakıyoruz.
Türkiye  dışındaki maçların boş tribüne oynanmasından da anlıyoruz ki, biz aslen  basketbol sevmiyoruz; basketbolcularımızı seviyoruz.
Tıpkı çocuk  sevmeyip kendi çocuğumuzu sevdiğimiz, sokak kedisini tekmeleyip evde  köpek beslediğimiz gibi…
* * *
İkinci gözlem şu: Çabuk moralimiz  bozuluyor.
Takımımız öndeyken bütün salon ayakta; alkış kıyamet…
Takım  geriye düştüğünde, yani asıl destek gerektiğinde salon alkışı kesip  endişeyle bekleyişe giriyor. Ve tribünler seçim kaybetmiş parti merkezi  suskunluğuna bürünüyor.
Lafa gelince seyirci “13. dev adam…” Ama  zor anda üzerine düşeni yapmayıp diğer 12’den mucize bekliyor.
Tıpkı  seçimde sandığa gitmeyip kaybedince lidere kabahat bulan partililer  gibi…
* * *
Üçüncü gözlem şu:
Hısımlıkla, hasımlık ince bir  çizginin iki yanında; taraftar hızla birinden diğerine geçiveriyor. Bir  şutuna hayran olduğu oyuncu ikincide ıskalarsa “yuh”u yiyor.
“Huh-hah”tan  hızla “vah-vah”a geçiveriyoruz.
Sırbistan son yarım saniyede  galibiyeti getirecek basketi atamadı diye bizim takımı omuzladık;  atsalardı zavallıları yerden yere vuracaktık.
Sezen Aksu’nun  heykelini diken İzmirlilerin, bir tercihini beğenmeyince tabelasını  söküvermesi gibi…
Sevginin bu kadar pamuk ipliğine bağlı olması,  aslında sevgisizlik göstergesi mi?
* * *
Bir başka gözlem: Çifte  standartlıyız.
En kritik yerde bizim oyuncu faul yaparsa “Afferim”  diye pohpohluyoruz. Rakip aynı hareketi bize yapınca “Yuh ayı” diye  ayaklanıyoruz.
“Faul” bize hizmet ettiği sürece makul, hoş  görülebilir, hatta yararlı bir şey çünkü; tıpkı siyasetteki hakaret  gibi:
Bizim lider küfrederse iyi; bizimkine küfredilirse ayıp…
*  * *
Hayatta olduğu gibi sahada da hiçbir şey yapmadan kenarda duran,  kazançlı her zaman…
Ona pek kimse ses etmiyor.
Ama risk alan,  öne çıkan yanıyor.
Gözünü karartıp üçlük atmayı deneyen oyuncu  başarırsa kahraman; kazara atamazsa “Ulan oradan da atılır mı” fırçasını  yiyor anında…
Siyasette de böyle bu:
Kılıçdaroğlu’nun radikal  çıkışları sorgulanıyor şimdi; “Hayır”lar 3-5 puan fazla çıksa,  alkışlanacaktı oysa…
* * *
Ve son gözlem:
Yenilirse takım  yeniliyor ya da oyuncular, parti, lider…
Biz, yani seyirciler,  seçmenler hiç yenilmiyoruz. Adı üstünde “seyirci”yiz ya, kendimizde  kusur bulmuyoruz. Anında partiyi, takımı, lideri yalnız bırakıveriyoruz.
Ama  galibiyet varsa zafer sofrasına ilk biz oturuyoruz.
Yenilen onlar;  kazanansa biziz her zaman…
Hesap vermeye gelince kaybedenler  yalnız; bizse her kutlamada varız.
Vefasızız.

