Dudakla bardak arasında

Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir
bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak için de kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, bir gün pek
bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala:

– Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabi hiç bir zaman içemeyeceksiniz ki!

Deyivermiş.

Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Nihayet gün gelip üzümler
yetiştikten sonra, kral köleler de dahil herkesin hemen toplanmasını
emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış.
Şarap bardağını eline alarak:

– Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiç bir zaman içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin? diye sormuş.

Köle şöyle cevap vermiş:

– Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi söyleyemem.

“Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur”.

O arada başınıza neler gelebileceğini de bilemem!
Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş.
Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş.

Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış.
Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş. Kral ve domuz arasında
öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrak gibi azı dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş.

Kral bostanda, bardak masada kalmış…

Şu söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:

“Nasip ise gelir Hint’ten Yemen’den,
Nasip değil ise ne gelir elden?”

Share

Cuma’nın küpesi ve Issız ada Türkiye

Küpe takan birisi olarak bu hikaye ilgimi çekti. Radikal’den Ezgi Başaran’ın yazısını aşağıda ilginize sunuyorum.

Manisa’da en çok pil toplayan okula ödül verilecekti. Mayıs 2010. Cuma Toygar 10 yıldır çalıştığı Necatibey
İlköğretim Okulu’nun bahçesini ağaçlandırabilmek için zamanında arabasını satmış bir sınıf öğretmeni. Pil mi toplayamayacak. 500 bin tane biriktirdi, okulu birinci oldu.
Merasim anı. Vali ödülü vermek için Cuma öğretmene doğru yaklaştı. Fakat o da ne? Cuma öğretmenin sol kulağında yarım milimetre boyutlarında kurşuni bir parlaklık var. Küpe. Vali geri adım attı, ödülü vermedi.
Söyleyin o öğretmene çıkarsın küpesini! Müfettişler okul müdürüne, okul müdürü ona haber saldı. Çıkarmadı küpeyi Cuma hoca. “Bu küpeyle ne dini ne siyasi bir mesaj veriyorum. Benim şahsi tercihim, minnacık bir süs eşyam. Kime ne?” diye düşündü. E haklı. Memurların kılık kıyafetini düzenleyen yasada öğretmenler küpe takamaz diye bir madde yok.
Okul müdürü her ay uyarı vermeye başladı: “Okula küpeyle geldiğiniz tarafımızca tespit olunmuştur. Her ne kadar kanunen bir engel olmasa da küpe takmanız hoşumuza gitmemektedir.” Uyarılar işe yaramayınca Cuma öğretmenin maaşından ceza olarak 66 lira kesilmeye başlandı.
En son bir OKS sınavında gözetmen olarak görev yapacaktı. Sınav başlamadan birkaç dakika kala müfettişler tarafından koridora çağrıldı. “Cuma Bey, küpeniz var?” Evet var. “E çıkarın!” Niye çıkarayım yahu, bir tane mantıklı sebep gösterin çıkaracağım. İl Milli Eğitim’in şube müdürü ve teftiş kurulu başkanı Cuma hocayı bir kez daha mimledi. Bu görüşmenin hemen ardından Necatibey İlköğretim Okulu’na gönderilen müfettiş Cuma hocanın başka bir okula transfer edilmesine, “tebdil-i mekanda ferahlık olacağına” kani olduğunu belirten bir rapor yazdı. Aynen böyle dedi.
Sürüldü Cuma Hoca. 45 km uzaklıktaki bir köye. Eşi ve lise son sınıfa giden oğlu mahvoldu. “Cuma, inat etme! At Allahaşkına şu küpeyi” diyorlardı. Hatta boynuna sarılıp zorla küpeyi çıkarmaya çalıştılar. Nafile. Evde böyle bir savaş yaşanırken, Cuma hocanın yeni işyeri, yani Malban köyünün muhtarı bir açıklama yapmasın mı… Gelmesin küpeli öğretmen, köyce karar verdik gelirse onun için iyi olmayacak. Cuma hoca dün Milli Eğitim’e dilekçe verdi: O köyde canıma malıma bir zarar gelirse sorumlusu sizsiniz. Yarın da savcılığa gidecek.
Cuma Toygar, 6 ay önce takmaya başladı o küpeyi. Neden biliyor musunuz? Sınıfına cesaretten ve farklılıklara hoşgörüden bahsediyordu. Öğrencilerden biri parmak kaldırdı ve “Hocam sizde farklı olma cesareti var mı” dedi. Olduğunu kanıtlamak için ertesi gün kulağını deldirdi 48 yaşındaki Cuma hoca. Fakat maalesef sonrasında yaşadıkları öğrencilerine gerçek dersi verdi.
Manisalı sınıf öğretmeni Cuma’nın küpesi var ya, hani bir türlü çıkarmadığı… O bu ülkede başını kapatan, başını açan kadınların, tercihlerini yaşamaktan korkmayan uzun saçlı, dövmeli erkeklerin… Eşcinsellerin, anadilinde eğitim görmek isteyenlerin, ateistlerin, dindarların… Aslında herkesin özgürlük teminatı. Bu memleketin tektip olmayan insanları size sesleniyorum. Muhafazakâr, köhne kafalara karşı Cuma öğretmenin yanında olun.


Share

Ludwig ve Fazıl

Piyanistlerin yazdıkları notalar dışında eserlerin varlığı hep dikkatimi çekmiştir. Piyanoyla olan ilgim doktora yıllarındaki Belçika’lı piyanist dostum Jan Lust‘dan gelir. Fransız ve Rus ekolünden bir çok eser dinledim kendisinden. Türkiye’de Fazıl Say’ın arabesk hakkında sarfettiği sözleri dinleyince Küçük İskender’in verdiği cevabı da sevinerek okumuştum. Ancak aşağıdaki inkisarını okuyunca aklıma Devrim arabaları’ndaki slogan geldi: (Türkiye’de) ” hiç bir başarı cezasız kalmaz!”
Marjinal yazarlar…
Siz kazandınız
Lütfen siz kazanın.
Lütfen benimle uğraşmayın.
Ve ebediyen siz kazanın….

Tamam, ben giderim uzak bir yere (gözden uzak) (uzaya gidemem kızımdan da ayrılamam ama siz beni görmezsiniz merak etmeyin) giderim..

Ben son 6 yıl içinde;
2 büyük oratoryo
2 büyük senfonik eser
1 keman konçertosu
2 piyano konçertosu
5 solo piyano eseri
1 bale müziği
2 Bach uyarlaması
4 film müziği
1 tiyatro müziği
bestelemiş olsam da, HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN

Bu son 6 yılda;
dünya üzeri 42 memlekette 326 şehirde konserler verdim.
Yaklaşık 700 konser.
HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN

Bu 6 yılda;
10 CD
2 DVD
12 NOTA
piyasaya sunduk.
HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN
Anlıyorum, yaptıklarım mühim değil.
Hiç bir zaman “her görüşüme katılmalısınız” demedim. Tartışmaya hep açıktım.
Hiç bir zaman hemfikir olmadığım insanlara saygısızlık yapmayı düşünmedim.
Ama siz yaptınız. Adil değildiniz.
Bir fikirde ayrı düşünüyorduk siz kökünü kazımaya kalktınız her seferinde.

Ama hiç bir zaman kendi içsesimden vazgeçmedim. Doğru bulduğum doğrumdu, yanlış bulduğum yanlıştı.
Yanlışı ben yaptıysam da hatamı anladığım gün düzelttim.

Anladık, değersiziz. Sizin değer anlayışınızı anlamadım ama, ben değersizim o anlayışa göre, onu anladım.

İmkanı yoktur bazı kusurlarımı affetmenizin.
Affedicilik de değil, “kabul” etmenizin, “lütfetmenizin” imkanı yoktur…
Zamanında hatalarım olmuş onları düzelttiysem, bu da doğru değildir sizce…

İmkanı yoktur..

Falanca arabeskçiyi kültürlü olarak görmüyorumdur, asla affetmezsiniz.
Aziz Nesin haklıdır derim, bütün hayatıma sataşırsınız.
Gençleri klasik müzikle tanıştırmak için Mercan Dede ile beraber konser veririm, “hayatı boyunca popülist” dersiniz.
“Din sömürüsü aldı başını gitti” derim, ölüm fermanımı vermediğiniz kalır.
Konuşmayız, “Konuşmaz o korkak” dersiniz.
Konuşuruz, “Konuşmak senin ne haddine, işine bak sen” dersiniz.
Beethoven ,deriz, “Git Beethoven’ın ülkesinde yaşa” dersiniz.
Git…
Popülist…
Korkak…
Ne haddine…
Git…
Hep bunlar…
Hiç bir yolu yoktur…
Sizler facebook da 130 grup kurdunuz (fazıl say gitsin vs diye).
Ekşi-sözlükte yazılar yazdınız
Google’ı doldurdunuz
Yahoo’da gruplaştınız, gazete haberlerinin altına yorumlar yazdınız.
Almanya’da yılın müzisyeni seçildiğimin haberinin altına bile döşendiniz hakaretlerinizle. ..

Her yerde sizler varsınız.
Ve sizler ne yaptınız hayatta,
bilmiyorum, sormuyorum, düşünmüyorum, nefret etmiyorum, saygısızlık yapmıyorum.
Ama siz bana yaptınız…
Siz yarattınız bana en ağır haksızlıkları yapan bir kültür bakanını, Siz yarattınız, siz cesaretlendirdiniz marjinal köşe yazarlarını, Siz pislik attınız, çamur attınız, Hepsini siz yaptınız…

İçinizde mesleki kıskananlar da oldu,
Aranızda piyano çalanlar da oldu,
Çalmayanlar da…

Faşoları…
Dincileri…
Marjinalleri. ..
2.cumhuriyetç ileri…
Avanak liberalleri. ..
Ben hiç birinize tek bir kelime kötü bir şey söylememişken…
Hepsini siz yaptınız….
Artık kazanın…

Siz kazanınız..
Kazanınız ve bitsin..
Yeter …

İnsan çocukluğuna dönmek istiyor yaylım ateşi sıras ında.

Benim gerçek dostlarım bu yazıyı niye yazdığımı kimlere yazdığımı anlamıştır.

*****************************************************************************

Fazıl Say bu yazdıkları beni çok düşündürdü. Daha yakından anlattığı başka bir yazısını dikkatinize sunmak istedim. Hemen ardından aklıma Ludwig Beeethoven’ın sevgilisine yazdığı ve masasında bulunan üç mektubu geldi. Onu ilave ettim. Ben mektupların orjinalini görmenizi de isterim.

RESİTAL

Sabah kalkarsın
Hava Alanı’na gidersin
“Check-in” ve “Pasaport Kontrolü”nden geçip, telaşlı bir “airport-cafe” de hızlı bir kahve içersin Uçağa binersin

Bir kaç saat sonra indiğinde başka dilin konuşulduğu bir ülkede, başka bir iklimde, yine pasaport kontrolünden geçersin.
Bavulunu beklersin
Sonra arabayla otele geçersin
Öğlen yemeğini yalnız yer, bir iki saat kafa dinlersin

Akşamüstü 5 gibi Konser Salonuna geçersin Hiç bilmediğin bir piyanoya 1-2 saat içinde alışmaya çalışırsın Orada iki insan vardır Akortçu ve ışıkçı..
Tanımadığın adamlardır
Onlarla genelde, “merhaba nasılsınız?” gibisinden 5-6 kelime konuşulur

Bu zaten o gün konuşulan ilk kelimelerdir

Saat 7 ile 8 arası kulis odasında meditatif bir “içine dalma”ya geçersin, konsantre olmaya…
Saat tam 8 de (daha doğrusu o hep sekizi üç geçedir, beş geçedir) sen karanlık “backstage” de hazırsındır.

Salonda da seni dinleyecek olan 2500 kişi sessiz ve hazırdır.
Işıklar kısıldığında,
Yürümeye başlarsın, piyanoya doğru.
O konser senin, sana vereceğin bir konserdir, bir iç hesaplaşmadır, yapmak istediklerin, yapabileceklerin, o gün o şartlarda yapabileceğin şeylerdir.
Uzun ve saygıyla selam verirken,
son 7 yıldır kendine seslendiğin gibi, bir dua okur gibi seslenirsin “konser saygını” kendine;

Saygıyla eğil.
Uzun uzun, saygıyla…
Sevgiyle…
içtenlikle…
Bu güzel insanlara iç sesini sunmaya geldin.
Onlar da dinlemeye geldi..
İçine çek onları.. En derininden hissedecek kadar içine çek.
İyiyi hisset..

Ve….
Başlar konser

Çalan sensin, dinleyen sensin, değerlen diren sensin, eleştiren sensindir

Müzik her şeydir
İnsan da ilhamdır!

Orda ön sırada oturan 7 yaşındaki papyonlu bir oğlan çocuğu, seni ateşlemiştir Müzik ona hitap etmelidir, o eğlenmelidir o sırada çalan Mozart ile, o velet anlamalıdır müziğin dilini, Evrendeki tek orta k dili.
Haz duymalıdır,
dikkatini çekmelisindir onun,
anlaması, haz duyabilmesi için.

Yahut, yukarı balkonda oturan genç kadın…

Ya da 4.sırada dikkatle dinleyen o yaşlı dede…
Kim bilir ne anılara dalmaktadır hayatının bu son yıllarında Mozart’ın seslerini dinlerken?..
1942deki ilk aşk?
1955de Annesini yitirişi?
1963 deki düğünü?
Bir tatil kasabasında başka bir kadına platonik bir biçimde aşık olması?
1996da eşini kaybetmesi?

O anılara sen de katılmalısındır, Mozart eşliğinde…
Ludwig van Beethoven’dan “yaşam mücadelesi” dolu bir sonat gelir ardından belki…

Belki o gün Prokofief’in “savaş sonatı” vardır programda, Ve sen, ne yapıp edip 2. Dünya Savaşı trajedisine dalmalısındır o müzik eşliğinde..
Ya da Liszt’in Si minör sonatı vardır programda; Faust ile Mephistopheles arasında…
önünde koca bir Orkestra,
gerçek piyanonun çok ötesinde, bir Wagner Operası hayal alemine dalmalısındır..

İnsan içini dinlemelidir, her ne çalarsa çalsın.
İç zengindir…
Trombonların öfkeli emirleri,
trompetlerin dramatik sinyalleri,
geniş bir yaylı sazlar topluluğun sessiz ve hazin tınısı kaplar ortalığı…

Hepsi tek gerçektir, piyano sesinin yok olduğu bu orkestrada.. .

Kendi memleketinden bir tutam toprak gibi gelir “Aşık Veysel anısına Kara toprak” o konserin sonlarında..
Bir “nostalji” gibidir o.
Neredeysen o an, “ses yollamacadır” Anadolu’ya.. Uzaklardan. ..

Konser bitiminde (güzelse her şey) uzun uzun ayakta alkışlanılırsın…
O anlar artık daha çok kendinle konuştuğun anlardır.
“Bu seyirciye şöyle bir bis parçası çalarsam hoşlanacaklar herhalde” gibi bir neşe sarar.
Aklından geçirirsin “ne çalsam iyi gider?” diye….

Bir egodur o, bir zafer sarhoşluğudur.
“Hak edilmemiş” değildir ama…
Yürüyüşler selam verişler daha bir enerji doludur, daha bir atiktir.
Kazanılmış olan motivasyonun etkisiyle, çalış da daha özgürdür artık bu konserin sonlarında…

Konserden sonra CD imzalarsın tebrikleri kabul edersin.
Ve hemen ardından sen ve 2500 kişiden arda kalan yine salt sensindir, yalnızlığındır.

O akşam ağzından çıkmış olan kelime sayısı 20-30 olmuştur belki; danke, thanks, merci, grazie, arigato, sağolun, vs…
Bir dilde teşekkür etmişsindir kutlayanlara, tek kelime ile…

Ertesi sabah bu konser ile ilgili çıkan övgü dolu yazıların çıktığı gazetelerin , henüz bayilere ulaşmadığı bir tan vakti, sen yine havaalanındasındır.

2500 insanın her biri geride kalmıştır.
Onların dostlarına anlattıklarıyla, vesairesiyle; her şey sensiz gelişecektir.
Sen o şehirdeki bir cafe’de bir bar’da oturup o insanların hiç biriyle tanışamayacaksındır. .

Çaldığın konserini tartışamayacaksındır.
Sen havaalanında o sırada soğuk su ile tıraş oluyorsundur, saçını tarıyorsundur.
Ve şunun çok benzeri bir başka gün seni beklemektedir.
Metin Altıok’un Bingöl’deyken yazdığı serzeniş şiiri gibi;

Ay dokundu omzuma irkildim
Göğün puslu balkonunda
Birdenbire insanları özledim.

Ve 20-25 gün sonra…
Bir gece karanlığında ayrılmış olduğun evine geri döndüğünde (100.000 insana müzik dinletmiş olarak)…

İçin yorgundur ama mutludur aslında…
100.000 insanın hiçbirinin adını bilmiyorsundur ama o enerjiyi biliyorsundur. .
Evrene insanların yaydığı iyi olan enerjiyi…
Evde geri kalan; kızın ve sensindir tek gerçek olan geri kalan…
Ve en yakınlarındır, dostlarındır.. .

Fazıl SAY

Meleğim, her şeyim,

Sadece bugün senin kurşun kaleminle  birkaç kelime yazdım.  Yarına kadar kalacağım  pansiyon kesin olarak belirlenemeyecek. Ne gereksiz bir zaman kaybı bu.

İhtiyaçtan konuştuğunda, duyduğun bu derin acı neden?  Fedakarlıklar olmadan, her şeyi, biri diğerinden talep etmeden aşkımız sürebilir mi;  tamamen benim olmadığın gerçeğini değiştirebilir misin, ben tamamen senin değilim

Oh tanrım, doğanın güzelliklerine bak ve olması gerektiği gibi bununla kalbini rahatlat; aşk her şeyi talep eder ve bu çok  adil olmayabilir – bu yüzden o bana ve sana, ve sana ve bana.  Ama senin ve kendim için yaşamam gerektiğini çok kolay unutuyorsun; eğer tamamen birleşseydik bunun acısını en az benim kadar (benim gibi az da olabilir) hissederdin .

Yolculuğum korku doluydu; dün sabah 4’e kadar buraya ulaşamadım. Atların eksikliğinden posta-faytonu sürücüsü başka bir yol seçti, ama ne kötü bir yoldu; önceki sahnede gece yolculuk etmemem için uyarılmıştım; bir orman hakkında korkutuldum, ama bu beni sadece daha meraklı yaptı – ve yanılmışım- Faytonun kötü yolda incelemeye ihtiyacı var, dipsiz çamur bir yol.  Başımdan geçen gibi bu tür durumlar olmadan yolda saplanıp kalmalıydım. 8 atla buradaki normal yoldan yolculuk eden Esterhazy, benim 4 atla yaşadığım aynı kaderi paylaştı. Öte yandan bundan biraz zevk de aldım, her zorluktan başarıyla çıktığımdaki gibi – Şimdi çabuk bir değişiklik dahili şeylerden harici şeylere. Tabii ki en kısa zamanda birbirimizi göreceğiz; üstelik, bugün hayatımla ilgili son birkaç gün esnasında düşündüklerimi seninle paylaşamıyorum – Eğer kalplerimiz daima birbirine yakın olsaydı bunların hiçbiri başıma gelmezdi. Kalbim sana söylemek istediğim bir sürü şeyle dolu – ah – konuşmanın hiçbir şeye değmediğini hissettiğim anlar oluyor – neşelen – Tek ve gerçek hazinem olarak kal tıpkı benim senin olduğum gibi.

Tanrılar bizim için huzur yollamalı ve yollayacak.

Sana sadık LUDWIG

Mektup 2

6 Temmuz Pazartesi, Akşam

En değerli varlığım, acı çekiyorsun biliyorum – Mektupların Pazartesi ve Perşembe sabahları çok erken postalanması gerektiğini daha yeni öğrendim – Posta arabasının (faytonunun) buradan K.’ya gittiği biricik günler – Acı çekiyorsun – Ah nerede olursam olayım, sen de oradasın – Seninle yaşayabileceğimi seninle ve benimle ayarlayacağım. Ne hayat!!! Böyle!!! Sensiz – insanoğlunun iyiliğiyle buraya ve oraya koşuştur – hak ettiğimin azını istiyorum – insanın insana karşı tevazusu – beni acıtıyor – evrendeki ilişki içerisinde kendimi düşündüğümde, ben neyim ve o ne – en büyük dediğimiz – ve henüz – burada insanın içinde yatan ilahi – Muhtemelen Cumartesi’ye kadar benden ilk raporu alamayacağını düşündükçe ağlıyorum – Senin beni sevdiğin kadar – ben seni daha fazla seviyorum – Ama hiç kendini benden gizleme – iyi geceler – Banyo alıp yatacağım – Oh Tanrım – çok yakın! Çok uzak! Aşkımız cennete ilişkin bir durum gibi, değil mi (çeviriden anladığım cennetten çıkma demek istiyor herhalde), ve aynı zamanda cennetin kubbesi gibi sağlam değil mi?

Mektup 3

Günaydın, 7 Temmuzda

Hala yatakta olmama rağmen düşüncelerim sana gidiyor, ölümsüz sevgilim, şimdi ve sonra neşeli, sonra kederli kader bizi duyacak mı diye öğrenmek için – Sadece tamamen seninle yaşayabilirim yada hiç yaşayamam – Evet, en sonunda gerçekten kollarına uçarak seninle evdeyim diyene kadar senden çok uzakta dolaşmaya kararlıyım, ve ruhlar ülkesinde sana sarılı ruhumu yollayabilirim. Evet maalesef böyle olmalı – sana olan sadakatımı bildiğin için daha çok içereceksin.  Başka kimse kalbime sahip olamaz – asla  asla – Oh, Tanrım, birini bu kadar seven insan neden sevdiğinden ayrı kalmalıdır ki. Ve şimdi benim V’deki yaşamım çok aşağılık bir hayat – Aşkın beni hemen insanların en mutlusu ve en mutsuzu yapıyor – Bu yaşta sakin ve düzenli bir hayata ihtiyacım var – ilişkimiz de böyle olabilir mi? Meleğim, bana posta arabasının artık hergün gittiğini söylediler – bu yüzden mektubu bir an önce kapamalıyım ki sen de bir an önce alasın – Sakin ol, sadece varoluşumuzu sakin bir gözden geçirmeyle beraber yaşama amacımıza ulaşabilir miyiz – Huzurlu (yada sakin) ol – beni sev – bugün – dün – gözyaşlarıyla dolu özlem, senin için – senin için – senin için – hayatım – her şeyim – elveda.  beni sevmeye devam et – asla aşkının en sadık kalbini yanlış değerlendirme.

Hep Senin

Hep benim

Hep bizim

Share