Şiddetin dinmeyen soğukluğu

Artık haberleri seyredemez hale geldim. Malumunuz Mehmet Ali Birand hastalanınca (geçmiş olsun) ve diğer anchor(wo)manlarımız da tatile çıkınca bütün Türkiye tatile çıkıyor. Yaz akşamlarında zaten çekilmez olan haberler daha da dayanılmaz hale geliyor. Bütün bunlar olmadan ve seçimler yapılmadan önce yazmıştım ama bu güne nasipmiş…

Haberleri seyretmek neredeyse imkansız hale geldi. Üçüncü sayfa haberleri bir yana birbirine bağırarak seviyeyi kaybeden politikacılarımız nefreti ve tansiyonu yükseltiyor. Günlerdir Kahramanmaraş’ta olan olay konuşuluyor televizyon kanallarında… Neden? Nasıl? sorularıyla dört kardeşim zamansız ve kendi istekleriyle aramızdan ayrılışları tartışılıyor. Bu gün yine bir haber kanalında akademisyen psikiyatrist durum hakkında yorum yapıyordu: “Sağlıklı insan gruplarında bile psikoz yaşayanların durumu diğerlerini de etkileyebilir.” Durum bana böyle geliyor. Toplu tecavüzlerin ve takip eden nevrotik dönemlerin sahnelendiği diziler, çocukların babalarıyla kavgalı olduğu sahneler ve kadınlara saldırının meşrulaştığı mizansenler gündelik hayatımıza o kadar çok girdi ki…

Türk televizyon kanallarındaki yapımların kalite açısından yetersizliği insanları tatmin etmemeye başladı. Özellikler gençler açısından bu problem daha bariz görülmeye başladı. Ayrıca yeni icatla “Y” neslinin görsel ağırlıklı algılama yaklaşımı yüzünden artık herşey hızlı olmak zorundadır. Bilgisayaların getirdiği işlemci ve bellek hızına dayanarak oluşturduğu sabırsızlık kavramı yavaş yavaş hayatlarına girdi. Şimdi tempo arayan ve sabırsız bu gençleri televizyona bağlayacak ritimi yakalamayan kanallar şiddet narkozu ile bu grubu elinde tutmaya çalışıyor. Rating rakamları da bu konuda başarılı olduklarının güvenirliği sorgulanır kanıtıdır.

Bir ay önce Şirin Payzın  twitter’da şu mesajı gönderdi, “vall ben tersini sakin, sessiz, mutlu konular vaadetsem bu sefer kimse izlemezki:)) mecburen bizde kıran kırana tartışma vaadedicez”

Herkes şiddet ve gerilim isterken nasıl olurda insanların bundan etkilenmemesini bekleyebileceğimi bilmiyorum. Sınavlardaki şaibeler ve geç gelen mahkeme kararları yüzünden adalete inancını yitirmiş bir toplumun başına gelebilecek en kötü durum, devamlı tehdit altında olmanın getirdiği gerginliği taşımalarıdır. Bu basınç öyle ya da bu şekilde kendimizi koruma güdülerimizi harekete geçiriyor. Çünkü bir yerlerde birilerin hakkımızı yediğini ve bize zarar verebileceğini düşünen toplum haline gelmemiz manik depressif belirtileri göstermez mi?

Bedri Baykam’ın bıçaklanması meselesindeki durum bile buna delil olarak gösterilebilir mi? Ben kendisinin beyanı olan bıçaklanmış bir insanın nasıl davranması gerektiğinin kitabı (kuralları) var da uymamış mıyım deyişini haklı buluyorum. Ancak sokakta ölmüş ve bıçaklanmış insanlara bakıp gülüp geçmek adetten oldu artık. Ama onun bağırmak ve yaralı olmak noktasındaki tavrının da pek alışılmış olduğunu da düşünmüyorum.

3. üncü çoğul şahısları sorumlu tutularak yapılan konuşmaları çok sevmem ama söylemeliyim. Diziler, Haberler ve etrafımızda olan biten bütün oluşumlar hislerimizi yavaş yavaş öldürüyorlar. Yeni duruma ve hale alışıyoruz. Bunu gerçek sanmaya başlıyoruz. Doğru ve yanlış arasındaki çizgi düşündüğümüzden daha hızlı bir şekilde belirsizleşiyor. Hızlı, hissiz ve hayalsiz bir hayat yaşamaya başlıyoruz. Durup nefes almalıyız.

 

 

Share

Lie to me

Hiç izlediniz mi bilmiyorum! Lie to me isimli dizideki psikolog’un insanların mimiklerine ve yüz kaslarındaki hareketlere bakarak yalan söyleyip söylemediklerini anlaması çok hoşuma gitmişti. Belki de böyle bir güce sahip olma hayalinin baş döndürücülüğüdür. Hayat herkes için farklı yönlerde ve seviyelerde yüzünü gösteriyor. Kimse için görünenlere bütünün tamamını temsil etmiyor. Bazen küçük ve bazen de büyük yalanlar söylüyoruz. Bunları söylerken hep bir savunmamızın olduğunu zannediyorum.

Bir dostum bana en çok; “ben hiç yalan söylemem” diyenlerden hoşlanmadığını söylemişti. Haklı galiba.. Hayatın yalın yalanı içine girip en katı ve geniş haliyle yalan söylememek mümkün mü?

Share