Mehmet Akif yıllar önce memleketinin düştüğü durum üzerine şu satırları yazmıştı.
Nâ-hak yere feryad ediyor: Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i ilâhî!”
Adalet kelimesi herkese hakkını vermek anlamından gelir. Ancak bir beldede katiller (kimi ve nasıl öldürdüklerini gözetmeksizin söylüyorum) tezarühat yapılıyorsa ve göz göre göre hukuk yerine getirilmiyorsa…O ülkenin geleceği için ümit çok az demektir. Ömer adaleti Fırat kenarındaki kurdun kuzuyu yemesinden sorumlu kılar…İnsan azizdir. Onu katleden kim olursa olursa ceza almalıdır… Vicdanlar huzur bulmadıkca huzurlu bir toplumdan söz etmek mümkün olmayacaktır. Adaletin yokluğu beni korkutuyor.. Ruhumda güvercin tedirginliğini hissediyorum. Huzurlarınızda Hrant Dink’in son yazısı…

Başlangıcında, “Türklüğü  aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda  başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer  bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen  bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı… Türkiyeli ve  Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç  yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi  habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda  yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de  hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı,  yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil,  yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi  bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de  bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle  bakıyordum.
Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine  de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak  bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e  “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer  ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden  emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve  kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok  net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen  İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin  mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.  Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında  muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“Ya sabır” çeke çeke… 
Ama  dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.  Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini  ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı  tazyiki altında buldum. Şaşkındım… Kırgınlığım ve isyanım had  safhadaydı. “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu  konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye  dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde “Türkün kanı  zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe  yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı”  olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime  saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler  yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email,  mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara “Ya  sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar  açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar  yaptıklarından utanacaklardı.
Tek silahım samimiyetim
Ama  işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın  olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim “Türk Milleti” adına karar  vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. Her  şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla,  bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir  farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir  yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce  dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen  basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: “Avukatlarıma  danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan  Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden  aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş  birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama  hakkı yoktur.” Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi  duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.
Kara mizah
Ama  gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık  hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp  buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı.  Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne  batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı  etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek. Ben  sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir  ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye  çalışmaktan yargılanıyor.
“Türk Devleti adına”
İtiraf  etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan  güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu  savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş  insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları  gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet  adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız  değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı  yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle  emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti  adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk  Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım  Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş  derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem  sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık  Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay  imza atmamış mıydı?
Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim  işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi  raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi  istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar  eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki,  karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim  ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her  kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç,  işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla  benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
Güvercin gibi 
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve  savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına  erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin  tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve  sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın  güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke  ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan  postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı  verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme  rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not  düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu  bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl  dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu  insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi  kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve  insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha  fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime  işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı  dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim… Onun kadar  sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar  hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.
İşte size  bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet  Bakanı Cemil Çiçek? “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı  yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece  hapse girmekmiş gibi… İşte size bedel… İşte size bedel… İnsanı  güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz  siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“Ölüm-Kalım”  dedikleri 
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece  yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm  anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında… O  noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi  irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını  tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama  bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik  yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda,  ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de  onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada  olacaktı. “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.
Kalmak  ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı?  Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara  ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?  Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında  üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye  sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?  Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e  kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi  cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem  bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize  destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın  gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde  kalırsak ama… Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız  gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri  yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı… Öylesi bir serzenişle  işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama  ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.
Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak  mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla  da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne  başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir  miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de  yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz  çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek  zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl  olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi  haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu  gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh  tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar  güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan  kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama  bir o kadar da özgürce.
Hrant Dink (19 Ocak 2007) AGOS  Sayı: 564