Gülücüklere methiye

Bir hocam şöyle demişti:

Öfke tatlıdır baldan,

Ahmak’ı düşürür daldan.

Her sabah bir şeylere kızgın kalkıyoruz. Uykumuzu almıyoruz belki ama niye öfkeli kalkar ki insan.. Her sabah yatağınızdan kalkmadan gözlerinizi açar açmaz hemen bir gülüverin..Gülerek kalkın ki, olmaz işleriniz yoluna girsin. Güne keyifli başlayın negatif problemler pozitif auranizin enerjisinde eriyip gitsin. Dedem derdi ki; oğlum uyurken bile yüzün gülüyor gibi olsun..Hakikaten o uyurken ben keyifli olduğunu ve güldüğünü düşünürdüm.

Sirke satmak en kolayı, ya gülebilmek.. Kinden, nefretten, kıskançlıktan uzak durabilmek…

Kavgayı, ağacın yaprağına yaz,

Sonbahar gelsin, yapraklar kururusun diye.

Kin’i rüzgara ver,

deli deli esip dinsin diye.

Öfkeyi, bir bulutun üzerine yaz,

Yağmur yağsın, bulut yok olsun diye.

Ve dostluk ve sevgiyi

Yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yaz,

Onlar büyüsün, dünyayı sarsın, diye…

Share

Toprak, Su, AteÅŸ, Hava

Â

DoÄŸduÄŸum ÅŸehir canım Antalya’mda, Lara’da Kum ÅŸehri adında bir alan var. Kumdan heykellerin yapıldığı hatta yaz başında yaÄŸan yaÄŸmurla bütün heykellerin yıkıldığı ve tekrar yapıldığı gazetelerde de yer aldı.
Bu alandaki heykellerin nasıl kum ve su ile yapıldığını aklım almıyordu. Ancak görünce anladım ki, hakikaten kum ve insan becerisinin sonucunda inşa ediliyor bu heykeller. Küçükken çok kumdan kaleler yaptım kova-kürekle ancak kumlarla bu kadar detaylı çalışmalar yapılabileceğine aklıma gelmezdi. Şimdi abarttığımı düşünenler olabilir.
 Â

Örnek olarak bir fotoğrafı büyük olarak koyacağım diğerlerini küçük resimlerini buraya koyacağım. Eğer talep olursa yüklemeyi planlıyorum.

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Â

Au grand hommes la Patrie Reconnaisante*

Dünya üzerindeki etnik yayılma alanları siyasi sınırlarla zaman zaman kesintiye uğramıştır. Avrupa’da Westphalia anlaşması sonrasında oluşan siyasi sınırlar kavramı, Fransız ihtilali sonrasında ulus devlet kavramıyla farklı bir boyuta taşınmıştır. 500 yıllık bir süreç içinde değişenlere uğrayan ve I. –II. Dünya savaşlarıyla küçük değişimlere uğrayan bu sınırlar bile etnik yapı ile siyasi sınırlar tamamıyla bütünlük sergilemezler. Avrupa’daki bu etnik yapı ve siyasi sınır farklılıkları II. Dünya savaşı sonrasında farklı etnik grupları bünyesinde bulunduran, geçiş ülkelerin oluşturulmasını beraberinde getirmiştir. Bu etnik karmaşanın siyasi sınırlarla bohçalandığı bu ülkeler genelde büyük imparatorlukların çözülmesi sonucunda oluşan etnik karmaşanın eseridir. Bu karmaşa siyasi sınırlarla kısmen giderilmeye çalışılmıştır. Ancak bölgesel gelişmeler ve güç dengesindeki değişmeler suni sınırlarla bütünlüklerini korumaya çalışan bu geçiş noktaları ülkelerinde problemler patlak vermiştir. Avrupa coğrafyasında bu konuda ilk patlamanın görüldüğü bölge etnik unsurların geçiş noktası olan ve mikro etnik grupların kaynaştığı bölge Balkanlardır. Balkanlar’ın bölgenin çok desenli bir kilim ahengi içinde varolduğu dönemleri Iva Andrich Drina köprüsü romanında şiirsel bir dille anlatmıştı. Bu ahenk kısa sürede bozulmuş ve 20. Yüzyılın ikinci yarısında zaman zaman müslüman-hristiyan çatışması şeklinde gösterilmek istense de temelde etnik grupların hakimiyet mücadelesinin günyüzüne çıkmış şekliydi. Yugoslavya siyasi sınırları altında toplanan Sırp, Hırvat ve Boşnak etnik unsular diğerlerine göre üstünlüklerini ortaya koyabilmek için çatışmaya başladılar. Dünya soykırım literatürüne Sırpların yaptıkları eylemler etnik temizlik olarak geçti. Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyi çatışmayı durdurmak için bölgeye uluslararası güç sevketme kararı verdiğinde çatışma neredeyse Boşnaklar aleyhine bitmek üzereydi. Ancak bölgenin yeniden yapılandırması sürecinde bu uluslararası güç önemli misyonlar üstlenmiştir. Türkiye bölgenin yeni siyasi Türyapının oluşumunda ve güvenlik ortamının inşasında aktif rol oynamıştır ve oynamaktadır.
Asya kıtasına geçtiğimizde bu etnik yapılanma ve siyasi sınırlar arasındaki uyumsuzluk problemi daha da günyüzüne çıktığı bölgelerin arttığı görülür. Orta Asya ile Ortadoğu arasındaki önemli geçiş noktalarından birisini olan Afganistan geçen yüzyılda Rusya ve İngiltere’nin güç oyunları sonucunda bugünkü siyasi sınırlar arasında sıkışıp kalmıştır. 13 etnik grubu yaşadığı ve belli başlı altı diyalektiğin konuşulduğu bir ülke olarak 1979’da Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle Afganistan bir bağımsızlık mücadelesi vermiştir. İslami direnişin simgeleştiği Mücahitler hareketiyle işgali sona erdiğinde Taliban’la diğer güçlerin arasında bir iç savaş patlak verdi. Bu iç çatışma Taliban hakimiyetiyle sona erdi. 11 Eylül saldırısından sonra Amerika Birleşik Devletleri önderliğinde oluşan “Koalisyon Güçleri� terörist gruplara ev sahipliği yaptığı gerekçesiyle Afganistan’a saldırdı. Birleşmiş Milletler koalisyon güçlerinin yardımcı olmak ve güvenliği temin etmek için ISAF adı verilen uluslararası yardım gücünü oluşturdu. Türkiye bu gücün içinde yer aldı ve iki kere de kumanda etti. Türkiye’nin bölgedeki Özbek güçlerle ilişkisi olduğu bilinmekteydi. Bunun yanında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri Afganistan’a teknik ve lojistik yardımlarda bulunduğu biliniyordu. Türkiye’nin Afganistan’da bulunmasının diğer müslüman ve komşu ülkelerin menfaatleri açısından riskli bir durum doğurmuyordu. Bilakis Türkiye’nin bölgedeki varlığı Koalisyon güçlerinin hatalarını azaltmış ve bölgenin güvenliğini sağlamada yardımcı olmuştur. Bu anlamda Türkiye hem Kosova’da hem de Afganistan’da sınırının çok ötesinde Birleşmiş Milletler gücünün içinde asker göndermiştir. Sınır ötesi bu katılım Türkiye’nin içinde bulunduğu hiç bir uluslararası bağlantısını riske etmemiş ve gelecekte etmesi beklenmemektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin bu konudaki kararının yerinde olduğunu görüyoruz.
Asya’daki etnik yapı ve siyasi sınır uyuÅŸmazlığının dünya coÄŸrafyasında en yüksek oranda görüldüğü bölge Orta DoÄŸu’dur. Orta DoÄŸu Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu’nun yıkılması sonrasında Ä°ngiliz ve Fransız mandası altında kalmıştır. Ä°kinci Dünya savaşına müteakip bazı Suriye, Mısır ve Ä°ran kısmen dışarıda tutulmak ÅŸartıyla sınırlar belirlenmiÅŸtir. Ä°ngiliz Gertrard Bell’ın çabasıyla bölgedeki etnik karmaÅŸa siyasi sınırlarla anlaşılmaz hale gelmiÅŸtir. Irak’taki bu uyuÅŸmazlık Saddam yönetiminde dahi zaman zaman baÅŸ göstermiÅŸtir. Koalisyon güçleri Afganistan sonrasında Saddam’ın elinde kitle imha silahları olduÄŸu gerekçesiyle Irak’ı hedef gösterdi. Bu saldırı planları yapılırken Amerika BirleÅŸik Devletleri kademeli olarak Türkiye’yi de oyuna dahil edebileceÄŸini düşünüyordu. Türk askerini Irak’a sokabilmenin deÄŸiÅŸik yolları araÅŸtırıldı. Ancak TBMM’nin kararı Türk askerini bölgeden uzaklaÅŸtırdı. Koalisyon güçlerinin Irak’a saldırdığı o günlerde Türkiye’nin önemli bir fırsatı kaçırdığı açıklamaları yapılsa da görüldü ki; bataklığa girmeyerek felaket önlenmiÅŸtir. Irak Åžii ve Sünni çatışmasını bir yana Türkmen ve Kürtlerin de savaÅŸ alanı haline gelmiÅŸtir. Koalisyon güçleri bölgede güvenliÄŸi saÄŸlamaya bir yana, kendi elleriyle yeraltı direniÅŸ grupları yaratmayı baÅŸarmıştır. Bölgede güvenliÄŸi görsel olarak saÄŸladıklarını iddia ederken, rehine eylemleri, intihar bombacıların sayısında istatiksel artış gözlenmektedir. Türkiye, Irak’a asker göndermiÅŸ olsaydı, bir Kürtler’le karşı karşıya gelecekti ve PKK problemini ateÅŸin içinde çözmeye çalışacaktı. Bu çözüm Avrupa BirliÄŸi üyeliÄŸi sürecinde engeller oluÅŸturacaktı. Bunun yanısıra Türkiye’nin sünni duruÅŸuyla bölgedeki varlığı Ä°ran’ı rahatsız edecek ve bölgede iki önemli geleneÄŸin tarafları olarak Türkiye-Ä°ran ortaya çıkacaktı. Türkiye böylece bölgedeki tarafsızlık rolünü yitirecek ve tansiyonları yükselterek sözünün dinlenirliÄŸi konumunu yitirecekti.
Ortadoğu’daki etnik ve siyasi sınır problemlerinin ortaya çıktığı en önemli ülkelerden birisi de Lübnan’dır. Ülkedeki de facto siyasi durumda bunu teyid etmektedir. Lübnan’da Maruniler, Ermeniler, Şii ve Sünni Araplar ve Dürziler birlikte yaşamaktadır. Taif anlaşması sonrasında ülkenin farklı siyasi pozisyonları etnik gruplara dağıtılmıştır. Lübnan’da cumhurbaşkanı Maruni Katolik Hristiyan, başbakanın sünni Müslüman, Meclis başkanının da Şii Müslüman olmasına karar verilmiştir. Ülkenin 1983 yaşadığı iç savaş sona ermiş, Refik Hariri ile bir dayanışma kültürü ve Lübnan kimliği oluşmaya başlamıştır. Refik Hariri’nin yapılan suikast sonrasında Lübnan halkının gösterdiği ortak tutum bunun en önemli göstergesidir. Hizbullah’ın Al-Manar televizyonunda 12 Haziran 2006.tarihinde Hassan Seyyid Nasrallah’ın iki İsrail’li askeri kaçırdıklarını açıklamasıyla Lübnan’daki bütün dengeler alt üst oldu. İsrail hemen askeri birliklerini harekete geçirerek aynı gece Lübnan’daki Şii bölgelerini kendince Hizbullah’ın hareketliğini azaltacağı inandığı yol, köprü, geçiş noktası ve havalimanları bombaladı. Lübnan halkı güney’den kuzey’e doğru göç etmeye başladılar. Hizbullah’ın Katyuşa ve Havan topu saldırısı İsrail’deki Karmel dağına ve Hayfa şehrine saldırılar yaptılar. Lübnan’daki bütün yabancı misyonlar ve vatandaşlar Türkiye üzerinden tahliye edildiler. Türkiye SAT komandoları eşliğinde vatandaşlarını tahliye etti. İsrail bu tahliyeler sırasında bir Türk gemisini gece boyunca durdurdu ve ancak sabah yola devam etmesine izin verildi. Türkiye’yi bölgedeki yalnızlar valsinde tek eş olarak gören İsrail savaş durumunda bütün geçmişlerini görmezden gelmiştir. Güvenlik konseyinin çabasıyla ateşkes’e ulaşıldığında bin Lübnanlı sivil, 163 İsrail vatandaşı,.8 Kanada vatandaşı ölmüştü. Son günlerde tek tartışılan Lübnan’la İsrail arasındaki tampon bölgeye Birleşmiş Milletler’in şemsiyesi altında Fransız, Pakistan, Malezya, Bangladeş, Brunei, Finlandiya, Norveç, Endonezya, İtalya, Norveç ve Türk ordularından oluşan bir askeri gücün bölgede kontrolü ve güvenliği sağlaması planlanıyordu. Bugünlerde bile bu tartışma hala güncelliğini koruyor. BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı son kararı çerçevesinde genişletilmiş UNIFIL’e Türkiye katkıda bulunması meselesi gündeme geldi. Türkiye her ne kadar bu güce katılırken “muharip güç olmayız� şerhini koysada UNIFIL’in komutanlığı üstlenmiş olan Fransa’nın Savunma Bakanı Michele Alliot-Marie yaptığı açıklamada:
“Görevi iyi tanımlanmış ve imkanları yeterli olmayan bir kuvvet gönderilirse, bu gönderilen kuvveti de kapsayacak bir faciaya dönüşebilir,â€? ifadesiyle endiÅŸelerini dile getiriyor. Türkiye bu konuda yerinde incelemeyi tercih ederek Lübnan’a ateÅŸkes sonrasında ilk ziyaret eden ülkelerden birisidir. AteÅŸkesin saÄŸlanmasının ardından 16 AÄŸustos’ta BaÅŸbakan yardımcısı ve DışiÅŸleri bakanı Abdullah Gül Lübnan’ı ziyaret etti. Hatta 20 AÄŸustos’ta Ä°srail’e geçerek Tzipni Livni ile görüşmeyi planlıyordu. Ancak Livni’nin Kofi Annan’la yapması gereken toplantı yüzünden Gül ile yapacağı görüşmeyi ertelemek durumunda kalmıştır. Bu arada Ehud Olmert’in AÄŸustos sonunda Türkiye’ye gelme planlarını ertelediÄŸini de dikkate almalıyız. Türkiye’nin Lübnan’da yer alması stratejik olarak çok önemlidir. Türkiye’nin Lübnan varlığı’na karar vermeden önce muhtemel tehlikelerden haberdar olmalıdır. Lübnan Ermeni varlığının dikkate deÄŸer sayılarda olduÄŸu ülkelerden birisidir. Ayrıca TaÅŸnak ve Hınçak gibi iki kadim Ermeni partisinin varlığını sürdürdüğü ülkedir. 17 AÄŸustos’ta Meclis’te 6 sandalyesi bulunan TaÅŸnak partisi bir bildiri yayınlayarak Lübnan’da Türk askeri istemediÄŸini açıklamıştı. Her ne kadar Abdullah Gül ve diÄŸer bakanlar onuruna verilen yemekte , Lübnan BaÅŸbakanı Sinyor’a “Bütün Lübnan Türk ordusunun gelmesini istiyor. Ermeni bakanımız bile Türk ordusu gelmeli diyor;â€? diyerek Ermeni bakanı masasına davet edip, “DeÄŸil mi sayın bakanâ€? diye sordu. O da “evetâ€? dediyse de bunun diplomatik nezaket icabı bir cevap mı yoksa gerçek mi olduÄŸunu bilemiyoruz. Lübnan’daki Ermeni varlığı Türkiye’nin asker göndermesi açısından dikkate alınmalıdır. Türkiye gereksiz yere tansiyonu yükseltmiÅŸ olacaktır. Lübnan’da askerin ne misyon üstleneceÄŸi önemli bir konudur. Türkiye yıllardan beri Orta DoÄŸu’da Ä°srail’in güvenlik ortağı olarak konumlandırılmıştır. Her ne kadar AKP hükümeti yalnızların dansı ÅŸeklindeki bu iliÅŸki tarzını deÄŸiÅŸtirmek istese de uluslararası imajlar kolayca silinemiyor. Yıllardır stratejik ortağı olduÄŸu bir ülkenin de taraf olduÄŸu bir anlaÅŸmazlığının ortasında yer almak Türkiye için ne derece faydalı olacaktır düşünmek gerekir. Nitekim Türkiye’nin bu ortaklığını tamamıyla sona erdirmediÄŸinin bir ifadesi olarak 22 Temmuz’da Ä°ran’dan kalkan uçakları F-16’larıyla Diyarbakır havalimanına indirerek Lübnan’daki Hizbullah güçlerine cephane taşıyıp taşımadığı kontrol edilmiÅŸtir. Hatta Ä°srail, Ä°ran’ın Hizbullah’a silah göndermesini engellemek için Türkiye’nin Tahran’a kara ve hava ambargosu uygulamasını istediÄŸini biliyoruz. Ancak Türkiye bunu kısmen uygulayarak bir denge politikası sergilemiÅŸtir. Dolayısıyla Türkiye uluslararası birliÄŸin içinde Ä°srail’in isteklerini yerine getiren bir üye olarak görülmesi ihtimali vardır. BM’in kararının Ä°srail’in yalnızca taarruz operasyonlarını yasaklıyor, ancak savunma amaçlı olanları için bir yaptırım getirmiyor. Ä°srail’in saldırı ve savunma kavramlarını uluslararası hukuk dışında kendi menfaatleriyle tanımladığı birçok örnek görülmüştür. Ä°srail’in 1559 sayılı kararın uygulanarak Hizbullah silahsızlandırılmasını da istediÄŸi bilinmektedir. Türkiye’nin içinde olduÄŸu UNIFIL gücüne raÄŸmen beklenmedik bir asker kaçırma ihtimali gerçekleÅŸirse ve Ä°srail tampon bölgeyi geçerse ülkemizin bölgedeki söz dinlenir durumu ortadan kalkması muhtemeldir. Bazı kaynakların Nasrallah’ın yerini MOSSAD’a Türk Milli Ä°stihbarat TeÅŸkilatının haber verdiÄŸi yolundaki iddiaları dikkate aldığımızda, bölgedeki Hizbullah güçlerinin ve Ä°ran’ın gergin olacağını tahmin etmek hiçte zor deÄŸil. Türkiye’nin Ä°srail’le iliÅŸkilerini dengeli de olsa devam ederken Lübnan’daki görevli askerlerin arasında bulunması Ä°ran’ı da dolaylı olarak rahatsız edecektir. Türkiye’nin Lübnan’daki Hizbullah’ı silahsızlandırma gibi bir misyonu olmasa bile olaylara çekilebilme ihtimali olabilir. Ayrıca Türkiye’nin sünni kimliÄŸi Ä°ran baÄŸlantılı güçleri rahatsız ederek Lübnan’da beklenmedik diÄŸer çatışmalara ön ayak olabilir. Ayrıca Türkiye’nin her ne kadar kendini Osmanlı Devlet’inin devamı saymasada Orta DoÄŸu ülkeleri için bu kadar basite indirgenemiyeceÄŸi unutulmamalıdır. Cemal PaÅŸa’nın adının Lübnanlılar için ne demek olduÄŸunu bölge uzmanları çok iyi bilmektedir. Türkiye bölgede gerilimi düşüren tavrını sergileyerek bu uluslararası gücün dışında kalırsa, bölgenin alt yapı inÅŸası ve kalkınmasında tarafsız bir rol oynayarak daha fazla etkin olabilir. Türkiye’nin UNIFIL gücüne Mersin limanını ve Adana Åžakir PaÅŸa havaalanını açması uluslararası barış için yeterince güçlü bir katkıdır. Bu yanısıra Kızılay, TÄ°KA ve diÄŸer insani yardım kuruluÅŸlarını seferber ederek, Lübnan’ın geleneksel güvenlik kuramları dışında ülkenin inÅŸasında ve Lübnan halkının refahını saÄŸlamak için çalışma ihtimali vardır. Böylece Suriye ve Ä°ran’la olan iliÅŸkilerini germeden bölgede nüfuzunu arttırabilir. Türkiye Lübnan’da olmalı ama Lübnan halkının refahını yükseltmek, hastane ve okul gibi kamu binaları inÅŸa etmek için, hastalara bakmak için olmalı. Askeri güç olarak bölgede bulunmalarının yeterince düşünülmüş ve taşınılmış bir karar olduÄŸunu sanmıyorum. TBMM’nin kendi irfanıyla daha doÄŸru bir karar almasını ümit ediyorum. Türkiye son dönemde yaptığı büyük açılım Lübnan’daki UNIFIL gücüne katılarak kazanabilir de kaybedebilir de…Umarım biz kazanan tarafta oluruz.

*1790’da inÅŸa edilen Paris Pantheon’un giriÅŸindeki yazı-Büyük adamlara vatan minnettardır.

Share