Zamanın farkında bir saat yolcusu-Şule Gürbüz

Uzun zaman önce adını bile bilmezdim. Belki tek ortak noktamız çocukluğumda, geceleri uyurken dinlediğim saat tık tıklarının vazgeçilmez melodisiydi…Azimle bir zamanın efendisine süluk etmiş ve beni öteki alemlere götüren melodiyi çalan orkestranın şefi olmaya namzed olmuş..Bahsettiğim kişi Şule Gürbüz. Bazı şanslılar onu Kambur’uyla tanıyorlar. Bazıları da sultanların sarayındaki ekmek teknesiyle..

Ben  onu, “zamanın farkında” olmadığım zamanlarda tanıdım. Gözüme takılan bir kaç satırı da not aldım…

“Hangi biriyle uğraşıp hangisini iyi edeceksin, kolay mı? Değil. Bildiğim bir şey var, bir şey nasıl bozulmuşsa tersi ile düzeliyor.” s. 31.

“İnsan ailesinin yanında havalı değildir ama rahattır. Demek ki mesele havalı olmadan da yaşayabilmeyi, olduğun gibi, pek de matah olmadığını bilenlerle bir arada olabilmeyi içine sindirebilmekte. Bu tip bir rahatlık, evet bu bir rahatlıksa insana ait değil gibi geliyor bana. Ben de senin kadar ışıksızım, bilgisizim, vasatiyim…diyebilmek, bu hali sergileyebilmek bana en zoru geliyor.” s. 33.

“Anlama o kadar sancılı bir süreç, kabullenme o kadar ezıyetli bir hal ki anlamak ve kabul etmek, bunu içine sindirmek, bu hal ile bir olmak çekmek anlamına da gelebiliyor. Anlamak öyle bir sancı ki insanın vücuduna bir başka insan daha yerleşiyormuşcasına bir darlık, isyan, bunalma, kabullenme güçlüğü ve daha, çok daha dar bir yerde yaşama mecburiyeti getiriyor. Anlama öyle zor ki, anlayışı ve onunla gerçekten bir olup olmayışı her an, her şeyle sınıyor, hep alamanın neticelerini istiyor. Ve nihayet gerçekten anlanmışsa, anlama gerçekleşmişse o darlık giderek genişliyor, içinde dönülen bir giysi, koruyucu tılsımlı bir gömlek, başın üstünde görünmez, nereden geldiği belirsiz bir hale gibi dönen ve her şeyi tatlılaştıran bir ışık oluyor. Bunu dünyada yapmayanın, buna yanaşmayanın buraya gelince karşılacağı bundan başkası değil. Orada daha kolay olabilirdi diye, orada benden beklenen daha azdı diye hep aklıma geliyor. Zaman ıstırap demek, ıstırabı çok çekmeyeyim diye her şeyin üzerinden en ağırlığıyla geçişine göz yummak, sessiz kalabilmek, gördüklerini görmek ama sadece görmek demek. Zaman, bir algının acısından ve yetersizliğinden başka ve daha derin bir algının acısına uzanan yoldaki yolcunun mevcudiyeti demek, yürüyen, önünü görmeyen, görmesinin imkanı olmayan demek. Önüne çıkanı değerlendiren ama ne çıktığını o gözden kaybolduktan sonra anlayan demek. ” ss. 87-88

“Tazeyken pek mi iyiydi, elbet hayır, tazeyken her şey ve herkes tazeyken, gençken iştah açık olur, insan aptallığının doruğundadır. Ne bulsa yer, iyiyi bilmez, aramaz, anlamaz, görse tanımaz. Orta yaşında da gençken yaptıklarımı bozmayayım, haksız ve yanlış olduğum belli olmasın diye evirir çevirir, eğilir bükülür.” s. 71.

Share

Paris’te gece yarısı ve Rodin

Woody Allen’in yeni filmi Midnight in Paris (Paris’te Gece Yarısı) filmini görenleriniz varsa Paris’in ne büyüleyici bir şehir olduğunu görmüşsünüzdür. Allen’ın bu filminde insanların geçmişteki dönemlere duyulan özlemleri irdeliyor. Benim gibi 1950’lerde yaşamak isteyen birisi için verdiği mesaj dikkate değerdi. Herşey ve herkes kendi dönemi içinde anlamlı ve hepimizin başka dönemlere gitmek isteği var. Peki o dönemlerde yaşayan insanlar hangi dönemde var olmak isterler? Daha fazla konuşup filmi anlamsız hale getirmek istemiyorum. Ama son olarak, Paris’te yağmur altında yürüme tecrübesini edinmek istediğimi belirtmeliyim.

Esas göstermek istediğim filmde de bahsi geçen Rodin müzesindeki bahsi geçen heykel. L’âge mur ismini taşıyan ve  Camille Claudel tarafından yapılan bu heykel Rodin’i sevgilisi ve karısı arasında gösteriyor.

Resmin sahibi http://surlespavesdeparis.wordpress.com/2011/05/25/le-musee-rodin/ sitesidir. Buradan resmin daha büyük halini indirip, heykeli detaylı inceleyebilirsiniz.

Claudel burada Rodin’i ortada duran figür olarak göstermiştir. Rodin’in eşi Rose’da hemen yanında gösterilmiştir. Metresi genç kadın’da yanında arkasında yer almıştır. Claudel burada Rodin’in yaptığı seçimi sergilemiştir. Film’de Rodin ve tercihi konusunda da bir sahne yer alıyor.

Meraklısına not: Rodin’in Danaides isimli eserini de görmenizi öneririm.

Share

Benim suçum…

knots © by samantha celera
Günlerden birgün şeytanın yolu bir köye düşmüş.
Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş.
Şeytan kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş.
Buzağı bu az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış debelenmiş ve boynundaki ip çözülmüş Koşarak annesini emmeye giden buzağı süt kovasını devirmiş
Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış.
Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp bir tekmede kadını yere serip öldürmüş.
Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin ´gelinini öldürdüğünü görüp ineği tüfekle vurmuş.
Silah sesini duyan koca , karısını yerde cansız yatar babasınıda elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını öldürmüş.
Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam , bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş.
Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan “BU FELAKETİ DE BANA YÜKLERLER,BUZAĞININ İPİNİ GEVŞETMEKTEN BAŞKA BEN NE YAPTIM ŞİMDİ” demiş
Share