Primum non nocere/ Önce zarar verme

Latince bu terim esasında tıp dışında çok kullanılan bir tabir değildir. Doktorlara ilk öğretilen şey hastalık değil hastanın olduğu yani her hastalığın her bir hastada farklı biçimlerde ortaya çıktığıdır. Diğeri ise primum non nocere yani önce (hastaya) zarar vermemelidir. Dertli insanı iyi edeceğim diye, tam olarak nasıl olacağını bilemediğin bir konuda ilgilenirken ona zarar vermemek konusunda dikkat etmeleri gerektiğini hatırlatıyor. 

Bu kavramın her insanın kulağına küpe olması gerektiğini düşününlerdenim. İnsan ilişkilerimizde bakılması gereken en önemli esasın bu olduğunu düşünüyorum. Ama iki grup var ki öncelikle zarar verme kuralı bunları çok yakından ilgilendiriyor. Birincisi anne-babalar. Anne-babalar yaptıkları ve bazen de yapmadıkları ile çocuklarının geleceğini, karakterini çok etkiliyorlar. Özellikle son yıllarda ekonominin derin çarkları arasında nefessiz savaşan anne-babanın çocuklarına zarar vermemek konusunda yeteri kadar dikkatli olmadığını düşünüyorum. 

Ebeveynleri bir kenara bırakırsak, en az tıp kadar etkili ve bu kurala muhtaç alanın eğitim olduğunu düşünüyorum. İnsan yetiştiren ve onların davranışını şekillendiren bu alanın fayda zarar ilişkisini tekrar gözden geçirmesi gerektiğini zannediyorum. Her gün bir öğretmen onlarca öğrenciyle başbaşa kalıyor. Öğretmenlerin yaptıkları ya da yapmadıkları öğrencilerin geleceklerini temelden değiştirmektedir. 

Öğretmenler sınıf içinde söyledikleri bir sözle öğrencinin özgüvenini ya da duruşunu derinden sarsabilir, öğretmen öncelikle öğrencinin psikolojisine zarar vermemelidir. 

Bazen öğretmen öğrenciye destek olması gerekirken ona destek olmadığı için de öğrencinin psikolojik gelişimine  zarar veebilir. Dolayısıyla bu yüzden elinden geldiğince destekleyici ve abartısız ve içten olmalıdır.

Öğretmenler fiziksel olarak da öğrencilerine önce zarar vermemelidir. Onların farklılaşlmasına ve farklılaştırılmasına izin vermemelidir. Öğrencilerin fizyolojik gelişiminin getirdiği bütün durumları yakından takip ederek sadece kendinin değil, dolaylı olarak çevredeki etkenlerin de onlara zarar vermesine elinden geldiğince engel olmalıdır. 

Ahlaki olarak da eğiticiler öğrencilerin zarar görmesine engel olmalıdır. Bütün yozlaşmadan ve yanlış rol modellerden koruyarak onların ahlaklı bireyler olarak yetişmesini temin etmelidir. 

Bütün bunların bir parçası olarak da zihinsel olarak öğrencilerinin zarar görmesine de engel olmalıdır. Derslerdeki içerikleri onun gelişimine engel olarak bir ya da fazla öğrencinin herhangi bir dersten sıkılmasını ya da nefret etmesini engellemelidir. 

Bence bütün eğitimciler bir konuyu öğretiyorum derken öğrencilerini yaralamamalıdır. Bütün eğitmenler önce zarar vermemelidir. Sonrasında gelecek fayda herşeyden daha değerlidir. Eğitim bizim geleceğimizdir. Sadece çocuğunuzu kurtarmak geleceğimizi kurtarmayacaktır. Çocuğumuzun çevresini de kurtarmak için önce zarar vermemeliyiz! 

Share

Usta ile öğrencisinin hikayesi…

 

Usta bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta, öğrencisini uğurlamış. Çırağına ” Yaptığın son resmi, şehrin en kalabalık meydanına koyar mısın?” demiş.
” Resmin yanına bir de kırmızı kalem bırak. İnsanlara, resmin beğenmedikleri yerlerine bir çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmeyi de unutma” diye ilave etmiş.
Öğrenci, birkaç gün sonra resme bakmaya gitmiş. Resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasının yanına dönmüş. Usta ressam, üzülmeden yeniden resme devam etmesini tavsiye etmiş.
Öğrenci resmi yeniden yapmış.Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş.
Fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını söylemiş.
Yanına da, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki, resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş.
Usta ressam şöyle demiş:
“İlkinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı.
İkincisinde, onlardan müspet,yapıcı,olumlu olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi.”
– Emeğinin karşılığını, ne yaptığını bilmeyen insanlardan alamazsın.
– Değer bilmeyenlere sakın emeğini sunma.
– Asla bilmeyenle tartışma.

Share

Bana bunu kim açıklayacak?

Geçen gün bir twitter mesajında bu yazı geldi. Taraf gazetesinin yazarlarından Markar Esayan tarafından kaleme alınmış. Bence Türkiye gibi bir ülkede kamuya ait düzenlemeye yapan bürokratların masalarının üstünde bütün dinlere ait bir takvimi bulundurma zorunluluğu vardır. Sözde değil ama gerçekten yürekten inanarak bütün dinlere ve ona inanmışlara saygı duymanın olmazsa olmaz şart olduğunu düşünüyorum.

Dün yazdığım gibi, Pazar günü Paskalya Yortusu’ydu.

Ermenilerde inananın da, ateistin de gittiği bir yerdir Kilise.

Ermeni Kilisesi içerisinde herkes kendine bir yer, vazife edinebilir, dışlanmaz.

Bu kilise için iyi bir şey midir, bilinmez. Çünkü üzerine aşırı bir yük binmiş olur. Dini, dili, kültürü yaşatmak, devletin işine geldiğinde muhatap, gelmediğinde görünmez olmak vs.

Hatırlıyorum, bundan on küsur yıl önce, cemaat Patrik seçimi sürecine girmişti, iki şanslı aday vardı. Biz “mor” renkle seçime giren ve şu an çok ağır bir rahatsızlıkla mücadele eden Mesrob Sırpazan Mutafyan’ın ekibindeydik. Onun ekibinde olmamızın pek çok sebebi vardı. Bizler, reformcular olarak, Mesrob Sırpazan’ın köhnemiş cemaat sistemini değiştirme yönündeki heyecanından etkilenmiştik. Hrant DinkveAgosda onu destekliyordu. Mesrob Sırpazan’ın ciddi bir karizması vardı, teknolojik gelişmeleri yakından takip ediyor, gençleri büyülüyor, aldığı iyi eğitim ve yabancı dilleriyle, bizim için adeta geçmişi bugüne bağlıyordu. Bu şu demekti: Ermeni olmaktan taviz vermeden Türkiye’ye ve dünyaya entegre olmak, kendimiz kalarak onurumuzla yenilenmek.

Allah şifasını versin.

Cemaatin çok sorunları vardı. Devlet, azınlıkları eritme politikasına koşut Ermenilerin çağdaş yönetim aygıtlarına kavuşmasını engelliyordu. Hatta 1863’te kabul edilen Ermeni Nizamnamesi’nde elde edilen kazanımların bile gerisinde kalmıştık. 1936 Beyannamesi adlı adaletsizlikle, her gün başka bir vakfın malına el konuyordu. Vakıflar Genel Müdürlüğü, adeta bir haciz memuru gibi, tüm mesaisini azınlık vakıflarının mallarını yağma etmek için harcıyordu.

Bu durumda Lozan’la tanınan hakları kullanmak da gittikçe zorlaşıyordu. Okulların, derneklerin, iki hastanemizin, fakirlerin ve Patrikhane’nin dev bütçe ihtiyacı, vakıfların akarlarından sağlanabilecekken, devlet bu can damarını kesiyor, böylelikle, yavaş yavaş yok olmamız hedefleniyordu.

Bu durumda bütün yük, cemaat vakıflarının yöneticilerine kalıyordu. Maddi kaynak en önemli mesele olduğundan, vakıf başkanları ve yönetim kurulu üyelerinin zenginlerden seçilmesi, kendi kendine bir kural haline gelmişti. Bu adamlar, hangi vakfın yöneticisi iseler, o vakfa bağlı kilise, okul, dernek gibi kurumların yıllık dev bütçe açığını ceplerinden karşılıyorlardı çünkü. Bu mecburiyet hem onları çok yoruyor, hem de sistemi sadece parası olanın sözünün geçtiği bir derebeyliğe dönüştürüyordu haliyle. Hala da öyle.

Babam da o cemaat yöneticilerinden biriydi. Zamanında epey zengindi. Fakirlikten geldiği için yardımseverliğe aşırı önem verirdi. Ama devlet bu kaosu da yeterli görmezdi. Bu cemaat başkanlarının da mümkün olduğu kadar zayıf kişilikler olmasına önem verilirdi. Mümkünse, cemaat kasasından aşıran, bu işe sadece böbürlenmek için girmiş, yıllarca o makamı işgal edip soyacak kişiler makbul adaylardı. Babam gibiler değil yani… Babam o kadar gözü kara bir adamdı ki, bazen Türkiye’de bir Ermeni olduğunu unutur, her şeyi yapabileceğini zannederdi. Yapardı da. Babam gibi onurlu pek çok cemaat başkanı da vardı. Cemaat bugün hala ayaktaysa, onlara çok şey borçlu. Babamın sadece yaptığı tek şeyi anlatayım, siz pay biçin.

Yıl, 1970’lerin sonu. Halıcıoğlu Ermeni Mezarlığı işgale uğramış. On sekiz tane gecekondu yapılmış içine. Temellerinde atalarımızın mezar taşları. Dönemin efsane Patriği Şınork Kalustyan babamı çağırıp, “Aram halledersen sen halledersin bu işi” demiş.

Babam o on sekiz gecekonduyu yıktırdı. Bunun hele bir Ermeni için nasıl bir çılgınlık olduğunu o dönemleri bilen bilir. Çift silahla dolaşırdı babam. Ama daha çok arabasında bulundurduğu keseri kullanırdı. O mezarlıkta defalarca saldırıya uğradı. Ağzına silah sokuldu. Ama yılmadı. Keseri kaptığı gibi kavgaya dalardı. Ama gecekonduları yıkmak, mezarlığa şehir suyu bağlatmaktan daha kolaydı. Babam üç sene uğraştı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne o mezarlığa Terkossuyu bağlatmak için. Defalarca Ankara’ya gitti, hesap edin.

Ermeni Masası, babam gibi adamlardan hoşlanmazdı tabii. Eritmek, yok etmek istediğin bir halkın içinden birkaç kamikaze çıkıyor, cansuyu taşıyor cemaatin damarlarına, olacak şey değil.

Arabasıyla Avrupa’ya giderken bir gün kaçırdılar babamı. Keleşli iki sivil, önünü çevirip, arabaya bindiler. Babamı Edirne istikametinden, geriye çevirip, ıssız yollara soktular. Küfürün, tehdidin bir para. Sonra yine ıssız bir yerde arabayı durdurup babamı epey hırpaladılar, diz çöktürüp kafasına keleşi dayadılar.

Babam sonunun geldiğini düşünmüş. Ama belli ki bu sadece ilk uyarıymış. Sonra gitmişler adamlar. Babam ondan sonra iflah olmadı. Sık sık düzmece ihbar mektupları giderdi polise. Babam sürekli 2. Şube denen yere gider, simsiyah bir suratla eve dönerdi. Biz çok korkardık, babam bir daha geri dönmeyecek diye. Her dönüşünden sonra mide kanaması geçirirdi.

Babam sigara, içki kullanmazdı. Boğa gibi güçlü, sağlıklı bir adamdı. Genç denebilecek bir yaşta, bir sürü hastalık neticesinde 16yıl önce öldü.

Şimdi, dün Paskalya Yortusu’ydu. Dün sabah ayin saatinde, doktora için girmeye mecbur olduğum ALES sınavındaydım, Maslak Maden Fakültesi’nde.

Paskalya gününe ALES sınavı koymuşlar.

Babamın başına gelenleri anladık da, bana bunun hesabını kim verecek?

Share