Değişmeyen tek gerçek…

Sizi bilmiyorum, ama ben genelin ve ortalamanın dışına çıkabileceğim hissiyle yaşamıştım. İnsanın isterse genel akışın dışına çıkıp farklı birisi olabileceğine inanmıştım. Halbuki okudukça, yaşadıkça ve düşündükçe bunun çok yorucu bir emek olduğunu ve zannedildiği kadar da pratik bir yaşam biçimi olmadığını ifade etmeliyim. Değişim her zaman düşündüğümüz düzlemde karşımıza çıkmıyor. Değişim her zaman olumlu ve pozitif yönde gerçekleşmiyor. Daha doğrusu her zaman sizin ya da benim istediğim yönde gelmiyor. Değişim rüzgarını yönlendiren kişi sizinle aynı düşünce planına sahip değilse , değişim sizin hayatınızı istediğinizden farklı bir noktaya götürebilir. 

Genel ve temel insan tepkisi işte bu değişime karşı gayet muhafazakar bir biçimde alıştığı hayat çizgisini korumak olacaktır. Alıştığımız düzeni devam ettirmek istemek tabii bir davranış biçimi olabilir ama değişim rüzgarı altında maliyetinin yüksek olacağı muhakkaktır. 

Diyelim ki, vasatlığın hakim olduğu bir düzen olsun. Biz de vasatın üstünde bir yaşam biçimine alışmış olalım. Sizce vasatlıkla mücadele edebilir miyiz? Vasatlığı kendimizden uzakta tutabilir miyiz? Toplumun değişimini yavaşlatabilir miyiz? Ya da sadece kendi özel dairemizi bu vasatlaşmadan uzakta tutabilir miyiz? 

Uzunca düşündükten sonra bunun mümkün olmadığını söyleyebilirim. Hizmet aldığınız yerden tutun da konuştuğumuz konulara kadar vasatlık yavaş yavaş her ortama girmeye başlayacaktır. Ürünlerden size verilen hizmete kadar ya da hizmet edenlerden müşterilere kadar herkes aynı kalitede buluşmaya başlayacaktır. 

Şüphesiz, değişimin rengi herşeyi saracaktır. Direnmek mi yoksa koyup salıvermek mi? Sizin tercihiniz ne?

 

Share

Ihlamur zamanı

Her insan İstanbul’un başka başka mevsimlerde özel anlarına tutkundur. Elbette benim de bundan başka bayıldığım mevsimleri ve ağaçları var. Özellikle Bahar mevsimi ve Erguvan ağaçları İstanbul’da bir başkadır. Şimdilerde herkes lale mevsimine vurgun olsa da benim için illa da Erguvan zamanı güzeldir ve özeldir. Bir imparatorluk rengiyle bezer bu garip ve gizemli kişiliği. 

Ama iki üç yıldır belki de yaşlanmanın etkisiyle başımı döndüren başka bir ağaç var. Çalıştığım yerin arka bahçesinde beni cazibesine esir eden, kollarına alarak başımın dönmesine müsaade eden ve kokusuyla aklımı başımdan alan bir kokusu var. 

Kimisi onun hayat veren çayıyla sever. Yaz aylarından ziyade kış aylarında bunu ab-ı hayat bilip kıymetini bilir. Bazen sevdiklerine yüz vermeyip on sene boyunca zülüflerini salmadığı da olurmuş. Zor bir aşık anlaşılan. 

Baukis’le ve Philemon’un sonsuz aşkını simgeleyen ağaç.

“Zeus, Olympos Dağı’ndaki seremonilerden sıkıldığında ölümlü bir insan kılığına girip halkın içine karışırmış. Gene böyle bir gün Tanrı Hermes’le beraber Baukis ile Philemon adlı yaşlı bir çiftin oturduğu fukara bir kulübenin kapısını çalmışlar. Bu yoksul karı koca misafirlerini görünce pek sevinmiş, Zeus ile Hermes’i içeri buyur edip ayaklarını yıkamış, yoksulluklarına aldırmadan hazırlayabildikleri en güzel sofrayı hazırlamış, sirkeye benzer şaraplarını misafirlerine ikram etmişler. Bunun üzerine Tanrılar yaşlı karı kocaya:

– “Ey iyi insanlar! Konukseverliğiniz karşılıksız kalmayacak! Dileyin ne dilerseniz.” demiş.

İhtiyarlar aralarında fısıldaştıktan sonra Philemon:

– “Biz bu yaşımıza kadar birlikte yaşadık. Özlemimiz şu ki, birimiz daha önce ölüp ötekini ihtiyar kollarla mezara taşımak acısını çekmesin. İkimiz de aynı anda ölelim” demiş.

İhtiyarların dilekleri kabul edilmiş. Aradan yıllar geçmiş, karı koca daha ne kadar ömürleri varsa yaşamış. Bir gün tapınağın önünde gençlik çağlarını anarlarken, Philemon Baukis’e bakmış ve onun taze ve yeşil yapraklarla titrediğini; Baukis de başını Philemon’a döndürünce onun kollarının dallara dönmekte olduğunu görmüş. İkisinin ayakları artık yere köklenmekte, ağaç kabuğu da gövdelerine bacaklarından yukarı yayılmaktaymış. İki ihtiyar birbiriyle, “Mutlu yaşadık” diye vedalaşmış. Ağaç kabuğu dudaklarını örterken, o sırada oradan geçmekte olan bir yolcu, bir dalın öteki dalla konuşmakta olduğunu sandığı bir ağaç görmüş. “Bana mı öyle geliyor?” diye şaşırıp durakalınca demincek işittiği insan sesinin, ağaçların rüzgârda fısıldayan yaprakları olduğunu anlamış.”

Bazılarınız bu ağır kokulu aşıkları hemen ilk cümleden tanıdılar. Evet Ihlamur.. Yaz aylarının ılık esen rüzgarlarıyla bize başdöndürücü kokularını salan ve aklımızı başımızdan alan aşık ağaç. İnsanlarımızın kışa hazırlıklı olmak için yazdan çiçeklerini topladığı ağaç. 

 

Ben gölgesinde dinlendiğimiz, kokusunda başka fasıllara daldığımız, zaman zaman yazı yazmak için bedeninden faydalandığımız bu ağaçları seviyorum. Eğer fırsatınız varsa, siz de bu günlerde birinin gölgesinde ruhunuzu dinlendirin. 

“Kimse bilmez,
Donmuş ıhlamur dallarında
Üşüttüm özlemimi.
Isıtacak nice sen varken içimde,
Sensizlik baştan aşağı densizlik…”

N.H.

Share

Nar çiçekleri

Bugün salı…

Bugün beni ilk defa yemeğe çıkardılar…

Biliyorum, “bugün pazar, bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar”ın

melodik çarpıcılığı yok, “bugün salı” diye başladığınızda ama duygu

aynı duygu.

Dört aydan beri ilk kez bir öğlen vakti, bahçesinde havuzu, havuzunda

fıskiyesi olan, yeşil yüksek ağaçların gölgelediği bir bahçede yemek

yedim.

Harika bir sebze çorbası içtim.

Arada bir öten sıcaktan yorulmuş kuşların sesini dinledim.

Sonra Sultanahmet‘in korkunç kalabalığına çıktım.

Şortlu turistler, çarşaflı kadınlar, işportacılar, trafik polisleri,

sıra sıra dizilmiş kocaman otobüsler, bir dirseklerini pencereden

dışarı çıkarmış bezgin şoförler, Ayasofya, Sultanahmet…

Arkeoloji Müzesi‘nin önünden Sirkeci’ye indim.

Çok uzun yıllar önce o müzenin bahçesinde, antik sütunların mermer

kalıntıları üzerinde çay içerdik.

Mermerlerin kenarına zamanın kazıdığı derin çizgileri ve siyaha çalan

koyu gölgeliği hatırlıyorum.

Sirkeci’nin arka sokaklarında şık lokantalar, zarif oteller açılmış.

Bir vakitler orada bir otelde kalmıştım.

Yandaki matbaanın rotatif gürültüleri dolardı odaya.

Bir kız seviyordum o zamanlar.

Ayrılmak zorunda olduğumu bilerek seviyordum.

Öyle sevmek zordur.

Hayal kuramadan, hayal kuramayacağını, bir hayale bile yer olmadığını

bilerek sevmek bunaltır insanı.

Aşk, hayalsiz olmaz.

Gene de severdim.

Hayal kurmadan, o çaresizlikte sığınacak bir hayal bile bulamadan severdim.

Ayrılacağımız günü bekleyerek severdim.

Dar yollardan Eminönü’ne döndüm.

Oralarda yürümüşlüğüm çoktur.

Bazı geceler Cağaloğlu’ndaki gazeteden çıktığımda ilk romanımın

cümlelerini düşünerek geçerdim ıssızlaşmış caddelerden.

Yenicami’nin önünde güvercinler sabahı beklerdi.

Bazen de Mehmet Güreli’yle yürürdük.

Gelecekten konuşurduk.

Yapmak istediklerimizden, ümitlerimizden, öfkelerimizden.

Konuştuklarımızdan çoğunu yaptık.

Bazen de diğer arkadaşlarımızla Galata Köprüsü’nün altındaki balıkçıya giderdik.

Çok gülerdik.

Çoban salatası harika olurdu.

Paramız yetmediğinde veresiyeye yazarlardı.

Küçük tekneler, şehir hatları vapurları geçerdi, denizin üstünde mazot

yaldızları parlardı, demir ve yosun kokardı köprü.

Köprüden Karaköy’e vardım.

Kerhanenin alt sokağından geçtim.

Ben size söyleyeyim ama siz kimseye söylemeyin, oraya ilk

ortaokuldayken gitmiştim.

İçeri girerken birer sigara yakmıştık.

Sigaraların bizi büyük adamlar gibi göstereceğine inanıyorduk.

Çok heyecanlıydık.

İçerisini hâlâ hatırlarım ama size anlatmayacağım.

Kılıç Ali Paşa Camii‘nin önünde trafik tıkandı.

O camide hatıralarım çok fazladır.

Şadırvanının sesini bilirim, sabaha karşı suyun akışını, ezanın

okunuşunu, ilk ezanla gelen uykulu müminleri, kadirbilir imamını,

pembe buğulu gri bir aydınlığın içinde yükselen minarelerini.

Dolmabahçe’ye vardım.

Bir yaz sabahı orada genç bir kadın bana İngilizce şarkılar söylemişti.

Deniz usul usul vuruyordu rıhtıma.

Ben ona padişahları anlatmıştım.

Ve, padişahların komik hikayelerini.

Ne kadar çok gülmüştü.

Beşiktaş’tan Yıldız’a saptım.

Pazar geceleri Beşiktaş İskelesi’nden vapura biner yatılı okula giderdim.

Benim gibi erkenden okula giden bir iki öğrenci, birliğine dönen bir

iki izinli er olurdu.

Vapurun çaycısı ıslak tepsisiyle ılık çaylar dolaştırırdı.

Kimse konuşmazdı.

Hafta sonu yaşadıklarını düşünürdü ve sıkıcı geçecek haftanın

ağırlığını hissederdi.

Kömür dumanı ve rutubet kokardı vapur.

Işıklar alabildiğine sönük olurdu.

Yıldız’ı çıkıp köprüye saptım.

Epeyce bir zaman durduk orada öyle.

Başımı sola çevirip baktım.

Minicik bir nar ağacı.

Üstünde uçuk kırmızı çiçekleri.

Yaz daha yeni başlarken, ağaç kışın vereceği meyvenin hazırlığını yapıyordu.

Ümit doluydu çiçekler, ben de ümitlendim, bütün bir hayat, bütün

yaşanılanlar, sonunda, çiçeklere baktığında meyveleri görmeyi ve

ümitlenmeyi öğretiyordu.

“Meyveler, çiçeklerin vaatlerini aştılar” diyen, bıçağını da kalemi

gibi haşin kullanan katil Fransız’ı hatırladım.

Ve, dedim ki kendime, “ümidini hiç kesme.”

“Sen çiçekleri görüyorsun ya, meyveleri sen görmesen de biri mutlaka görür.”

 

Ahmet Altan – 03.06.2009

 

Share