Mehlika Sultan-Yahya Kemal

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç

Gece şehrin kapısından çıktı:

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç

Kara sevdalı birer âşıktı.

Bir hayâlet gibi dünyâ güzeli

Girdiğinden beri rü’yâlarına;

Hepsi meshûr, o muammâ güzeli

Gittiler görmeye Kaf dağlarına.

Hepsi, sırtında abâ, günlerce

Gittiler içleri hicranla dolu;

Her günün ufkunu sardıkça gece

Dediler: ”Belki son akşamdır bu.”

Bu emel gurbetinin yoktur ucu;

Daima yollar uzar, kalp üzülür:

Ömrü oldukça yürür her yolcu,

Varmadan menzile bir yerde ölür.

Mehlika’nın kara sevdâlıları

Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,

Mehlika’nın kara sevdalıları

Baktılar korkulu gözlerle suya.

Gördüler: ”Aynada bir gizli cihan…

Ufku çepçevre ölüm servileri…”

Sandılar doğdu içinden bir an

O, uzun gözlü, uzun saçlı peri.

Bu hazin yolcuların en küçüğü

Bir zaman baktı o vîran kuyuya.

Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü

Parmağından sıyırıp attı suya.

Su çekilmiş gibi rü’yâ oldu!..

Erdiler yolculuğun son demine;

Bir hayâl âlemi peydâ oldu.

Göçtüler hep o hayâl âlemine.

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç,

Seneler geçti, henüz gelmediler;

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç

Oradan gelmiyecekmiş dediler!..

Share

Âşık Öldüren Mescidi

Mesnevi’ye dinle neyden diyerek başlarsanız..Gönlünüze göre dinlenecek nağmeler çıkıyor:

  • Tenın meylı yeşilliğe ve akarsuyadır. Çünkü aslı onlardan…
  • Canın meyli ebedi hayata ve Hüda’yadır. Çünkü onun aslı lamekanın(mekansızın) canıdır.
  • Canın meyli hikmete ve ilimleredir; tenin meyli ise bağa, çayır ve çemene, üzüm çubuklarınadır.
  • Maşukun mubabbeti aşıktan evveldir. Evvela maşuk aşıka meyletmese, aşık kalbinde o sevgiyi bulamaz.
  • İşte bunun gibi muhabbet evvela Tanrı’dan gelir ve ondan sonra da kulun kalbinden zuhur eder.

Âşık Öldüren Mescidi, Ölümünü Arayan Âşığın Pervasızca O Mescide Misafir Olması

Rey şehrinin kıyısında bir bir mescit vardı. Hiç kimse yoktu ki orada ge¬celesin, yatsın da korkudan ölmesin. O mescide nice çıplak garip gitti, hepsi de sabah çağı yıldızlar gibi battı, mezara girdi.

Herkes: “Orada kuvvetli periler var, orada konaklayanları kesip öldürüyorlar.” derdi.

Nihayet bir gece vakti mescide bir konuk geldi. Mescidin bu şaşılacak şöhretini o da duymuştu. Bir tecrübe etmek istiyordu. Çünkü bu konuk hem pek yiğitti, hem de canından bezmişti, hayatına doymuştu. Dedi ki: “Bu başa, bu gövdeye pek o kadar aldırış etmem.Tut ki, can hazinesi için bir habbe gitmiş ne çıkar.”

Halk, bu adama dediler ki: “Sakın burada geceleme, yoksa can alıcı seni küspe gibi eziverir. Sen garipsin, bunu bilmezsin, burada kim yattı, uyuduysa mahvoldu. Bunu biz nice defalar gördük.”

Âşık dedi ki: “Ey öğüt verenler!. Ben hayata doydum. Ben bir tembelim, amma yiyecek, içecek tembeli değilim. Ölümünü arayan bir tembelim.”

Ahali dedi ki: “Babayiğitlik satma, yürü. Bu sevdadan vazgeç. Nice kim¬seler vardır ki böbürlenir, fakat ızdırap zamanında yapışacak el arar. Ey kerem sahibi, gel yiğitlik taslama, mescidimizi de töhmet altında bırakma, bizi de.. Olur ki, bir düşman yann bize bir ateştir salar, onu zalimin bîri boğdu, mescidi de kurtulmak için bahane yaptı diyebilir.”

Konuk dedi ki:

Dostlar, ben, bir lahavle ile ürküp kaçacak şeytanlardan değilim. Size bir hikâye söyleyeyim: Bir çocuk, ekin bekçiliği yapar ve yanındaki defi çalarak kuştan kaçırırdı. Bir gün kerem sahibi Sultan Mahmud’un yolu oralara düştü; koro otağı o civara kuruldu; bütün ordusuyla oraya kondu. Bir de horoz gibi önde giden esrik bir deve vardı ki, nöbet davulunu sırtına yüklemişlerdi. Ansızın o deve tarlaya giriverdi. Çocuk, ekinleri korumak için o küçücük defi çal¬maya başladı. Bir akıllı kişi o çocuğa dedi ki: “Def çalıp durma, o eski deve koca davulun sesine alışmış a çocuk! Senin bu defceğizin ona tesir eder mi? Bu deve kocaman nöbet davulu taşıyor.”

İşte arkadaşlarım, sizin bu tehditleriniz yok mu? Bana ancak bir defceğizin çıkardığı ses gibi gelir. Erler! Ben hayallere kapılıp bu yolda duracaklardan değilim. Ben bu mescitte kalacak, uyuyacağım, isterse mescit bana Kerbela olsun, aldırış etmem. Öğüd vermede Cebrail bile olsanız, Halil ateş içinde kimseden medet istemez. “

Nihayet âşık, mescitte, suya gark olmuş adam nasıl uyursa öyle uyudu. Gece yansı korkunç bir sestir geldi:

“Ey kendisine fayda dileyen, geleyim mi, geleyim mi?”

Bu şiddetli ses tam beş kere geldi, korkudan adamın yüreği param parça oluyordu. O iyi bahtlı konuk, sesi duyunca yerinden bile kıpırdamadı, dedi ki:

“Bu ses, bayram davulu sesi! Neden korkacakmışım. Tokmağı yiyen davuldur, o korksun.”

Yerinden fırladı, bağırdı:

“Ey ulu adam! İşte ben buradayım. Haydi, ersen gel.”

Tılsım birdenbire bozuldu, her taraftan altın dökülmeye başladı, öyle döküldü ki konuk, altın yığınından kapının bile kapanıp açılmayacağından korktu. Ondan sonra o kuvvetli arslan kalktı, tâ seher çağına kadar altını dışarıya taşımakla uğraştı. O canıyla oynayan er, korkakların rağmına definelere sahip oldu.

Her körün ve hakikatten uzak kalmış, altına tapan her kişinin hatırına, bu hikâyeyi duyunca derhal zahirî altın gelir. Lâkin bu altından murad zahirî altın değildir. Mesela; çocuklar saksıları kırar, o kırık parçalara altın adını takarak eteklerine doldururlar. Oyun oynarken o parçalara altın adını taktıkla¬rı için sen çocuğa ne vakit altın, desen; onun aklına saksı parçalan gelir. Fakat erlerin kastettikleri altın ne o altındır, ne bu altın..

Burada altından murat meskukât değil, tecelliyât-ı ilâhiyye’dir ki, gönül ve can ondan zenginleşir.


Share

Garip Canan

Nazarına daldığım an

Yusuf’un kuyuya düştüğü andır

Hacer’in çaresiz koşusu kadar naçar olduğum andır

Dide içre dide’nin eridiği andır

Harf’te vav’ın gözünde nefesin bittiği zamandır.

Alef’te ilk mürekkep damlasıdır.

İsmail zemzemi bulduğu zaman

Gecenin karanlığındaki dilenen aman

Kalblere gözyaşını tek çıkar yol kılan

Ruhuna daldığım an

Kızıldeniz’in yarıldığı zaman

Ateşten geçipte yanmayan saman

Cehennem hepten berdüs selam

Bütün fazlalıklardan tevbe eden can

Rüyalarda illa canan illa canan

Çiğ damlası iz iz gelip gelip

Yapraktan düşer ip ip

Kemanın en acı nağmesi

Ağlatan notanın en yüksek perdesi

Zerrenin devleşip büyümesi

Lazarusun Mesihle aldığı nefesi

Leb’in deryaya dalga dalga ermesi

Uykularına girdiğim an

Bir ormanda kaybolmuş yaban

Melek kanadı okşayan

Karanlığın sırrını çalan

Nefesinde nefsini sorar

Bir rayiha etrafı sarar

Küçülür avucuna yatar

Bir zümrüdü anka arar

Olmazlar olurlar

An be an

Can

Canan

Varan

Saran

Dokunan

Nefes alan

Kalbimi alan

Gözbebeğimi esir alan

Orada duran

Yoran

Ağlatan

Ağlatan

Caydıran

Arındıran

Coşturan

Beni benden alan

Zaman zaman

Ruhumu çalan

Yolculuk yapan

Buhranım olan

Felahım olan

Nurum olan

Karanlığı koyan

Elini uzatan

Öperek saklayan

İçimdeki hezeyanı susturan

Zamanı durduran

Ya da su gibi akıtan

Olan ve olmayan

Duran ve durmayan

Vuran ya da vurmayan

Ruhumdaki tutan senin mayan

Korkumun ümidi yendiği an

Kaybetmekten kim ki korkan

Bulmak mümkün mü olmadan

Bulursam zehir olsa sevdan

İçerim kana kana bıraksan

Akan ve akmayan

Yağan ve yağmayan

Doğan ve doğmayan

Sığan ve sığmayan

Tutan ve tutmayan

Işıktan ve karanlıktan

Nurdan ve aydınlıktan

Yıldızdan ve Aydan

Ateşten ve Dumandan

Topraktan ve Çamurdan

Seni yalnızca seni bulan

An ben an seni arayan

Gözyaşında arınan

Bulunan ve bulunmayan

Aranan ve aranmayan

Gökteki yıldızdan soran

Yerdeki suya varan

Sensizliği anlamayan

Koşan ve koşmayan

Her dem seni arayan

Her zaman orada olan

Züleyha’nın sevindiği an

Güzelliğin şarabını sunan

Kuyuda yahut zindan

Bununla sarhoş olan

Benim için garip canan!

Vuslat işte o an!

Share