Europe, Turkey and the Middle East

Uzun süreden beri buraya yazdığım makaleleri koymak istiyordum ancak bir türlü kısmet olmamıştı. Bu gün ÅŸeytan’ın bacağını kırıp koyacağım. Bülent Aras’la yazdığımız Europe, Turkey and the Middle East: Is Harmonisation Possible? baÅŸlıklı makaleye buradan ulaÅŸabilirsiniz.

Share

Au grand hommes la Patrie Reconnaisante*

Dünya üzerindeki etnik yayılma alanları siyasi sınırlarla zaman zaman kesintiye uğramıştır. Avrupa’da Westphalia anlaşması sonrasında oluşan siyasi sınırlar kavramı, Fransız ihtilali sonrasında ulus devlet kavramıyla farklı bir boyuta taşınmıştır. 500 yıllık bir süreç içinde değişenlere uğrayan ve I. –II. Dünya savaşlarıyla küçük değişimlere uğrayan bu sınırlar bile etnik yapı ile siyasi sınırlar tamamıyla bütünlük sergilemezler. Avrupa’daki bu etnik yapı ve siyasi sınır farklılıkları II. Dünya savaşı sonrasında farklı etnik grupları bünyesinde bulunduran, geçiş ülkelerin oluşturulmasını beraberinde getirmiştir. Bu etnik karmaşanın siyasi sınırlarla bohçalandığı bu ülkeler genelde büyük imparatorlukların çözülmesi sonucunda oluşan etnik karmaşanın eseridir. Bu karmaşa siyasi sınırlarla kısmen giderilmeye çalışılmıştır. Ancak bölgesel gelişmeler ve güç dengesindeki değişmeler suni sınırlarla bütünlüklerini korumaya çalışan bu geçiş noktaları ülkelerinde problemler patlak vermiştir. Avrupa coğrafyasında bu konuda ilk patlamanın görüldüğü bölge etnik unsurların geçiş noktası olan ve mikro etnik grupların kaynaştığı bölge Balkanlardır. Balkanlar’ın bölgenin çok desenli bir kilim ahengi içinde varolduğu dönemleri Iva Andrich Drina köprüsü romanında şiirsel bir dille anlatmıştı. Bu ahenk kısa sürede bozulmuş ve 20. Yüzyılın ikinci yarısında zaman zaman müslüman-hristiyan çatışması şeklinde gösterilmek istense de temelde etnik grupların hakimiyet mücadelesinin günyüzüne çıkmış şekliydi. Yugoslavya siyasi sınırları altında toplanan Sırp, Hırvat ve Boşnak etnik unsular diğerlerine göre üstünlüklerini ortaya koyabilmek için çatışmaya başladılar. Dünya soykırım literatürüne Sırpların yaptıkları eylemler etnik temizlik olarak geçti. Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyi çatışmayı durdurmak için bölgeye uluslararası güç sevketme kararı verdiğinde çatışma neredeyse Boşnaklar aleyhine bitmek üzereydi. Ancak bölgenin yeniden yapılandırması sürecinde bu uluslararası güç önemli misyonlar üstlenmiştir. Türkiye bölgenin yeni siyasi Türyapının oluşumunda ve güvenlik ortamının inşasında aktif rol oynamıştır ve oynamaktadır.
Asya kıtasına geçtiğimizde bu etnik yapılanma ve siyasi sınırlar arasındaki uyumsuzluk problemi daha da günyüzüne çıktığı bölgelerin arttığı görülür. Orta Asya ile Ortadoğu arasındaki önemli geçiş noktalarından birisini olan Afganistan geçen yüzyılda Rusya ve İngiltere’nin güç oyunları sonucunda bugünkü siyasi sınırlar arasında sıkışıp kalmıştır. 13 etnik grubu yaşadığı ve belli başlı altı diyalektiğin konuşulduğu bir ülke olarak 1979’da Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle Afganistan bir bağımsızlık mücadelesi vermiştir. İslami direnişin simgeleştiği Mücahitler hareketiyle işgali sona erdiğinde Taliban’la diğer güçlerin arasında bir iç savaş patlak verdi. Bu iç çatışma Taliban hakimiyetiyle sona erdi. 11 Eylül saldırısından sonra Amerika Birleşik Devletleri önderliğinde oluşan “Koalisyon Güçleri� terörist gruplara ev sahipliği yaptığı gerekçesiyle Afganistan’a saldırdı. Birleşmiş Milletler koalisyon güçlerinin yardımcı olmak ve güvenliği temin etmek için ISAF adı verilen uluslararası yardım gücünü oluşturdu. Türkiye bu gücün içinde yer aldı ve iki kere de kumanda etti. Türkiye’nin bölgedeki Özbek güçlerle ilişkisi olduğu bilinmekteydi. Bunun yanında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri Afganistan’a teknik ve lojistik yardımlarda bulunduğu biliniyordu. Türkiye’nin Afganistan’da bulunmasının diğer müslüman ve komşu ülkelerin menfaatleri açısından riskli bir durum doğurmuyordu. Bilakis Türkiye’nin bölgedeki varlığı Koalisyon güçlerinin hatalarını azaltmış ve bölgenin güvenliğini sağlamada yardımcı olmuştur. Bu anlamda Türkiye hem Kosova’da hem de Afganistan’da sınırının çok ötesinde Birleşmiş Milletler gücünün içinde asker göndermiştir. Sınır ötesi bu katılım Türkiye’nin içinde bulunduğu hiç bir uluslararası bağlantısını riske etmemiş ve gelecekte etmesi beklenmemektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin bu konudaki kararının yerinde olduğunu görüyoruz.
Asya’daki etnik yapı ve siyasi sınır uyuÅŸmazlığının dünya coÄŸrafyasında en yüksek oranda görüldüğü bölge Orta DoÄŸu’dur. Orta DoÄŸu Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu’nun yıkılması sonrasında Ä°ngiliz ve Fransız mandası altında kalmıştır. Ä°kinci Dünya savaşına müteakip bazı Suriye, Mısır ve Ä°ran kısmen dışarıda tutulmak ÅŸartıyla sınırlar belirlenmiÅŸtir. Ä°ngiliz Gertrard Bell’ın çabasıyla bölgedeki etnik karmaÅŸa siyasi sınırlarla anlaşılmaz hale gelmiÅŸtir. Irak’taki bu uyuÅŸmazlık Saddam yönetiminde dahi zaman zaman baÅŸ göstermiÅŸtir. Koalisyon güçleri Afganistan sonrasında Saddam’ın elinde kitle imha silahları olduÄŸu gerekçesiyle Irak’ı hedef gösterdi. Bu saldırı planları yapılırken Amerika BirleÅŸik Devletleri kademeli olarak Türkiye’yi de oyuna dahil edebileceÄŸini düşünüyordu. Türk askerini Irak’a sokabilmenin deÄŸiÅŸik yolları araÅŸtırıldı. Ancak TBMM’nin kararı Türk askerini bölgeden uzaklaÅŸtırdı. Koalisyon güçlerinin Irak’a saldırdığı o günlerde Türkiye’nin önemli bir fırsatı kaçırdığı açıklamaları yapılsa da görüldü ki; bataklığa girmeyerek felaket önlenmiÅŸtir. Irak Åžii ve Sünni çatışmasını bir yana Türkmen ve Kürtlerin de savaÅŸ alanı haline gelmiÅŸtir. Koalisyon güçleri bölgede güvenliÄŸi saÄŸlamaya bir yana, kendi elleriyle yeraltı direniÅŸ grupları yaratmayı baÅŸarmıştır. Bölgede güvenliÄŸi görsel olarak saÄŸladıklarını iddia ederken, rehine eylemleri, intihar bombacıların sayısında istatiksel artış gözlenmektedir. Türkiye, Irak’a asker göndermiÅŸ olsaydı, bir Kürtler’le karşı karşıya gelecekti ve PKK problemini ateÅŸin içinde çözmeye çalışacaktı. Bu çözüm Avrupa BirliÄŸi üyeliÄŸi sürecinde engeller oluÅŸturacaktı. Bunun yanısıra Türkiye’nin sünni duruÅŸuyla bölgedeki varlığı Ä°ran’ı rahatsız edecek ve bölgede iki önemli geleneÄŸin tarafları olarak Türkiye-Ä°ran ortaya çıkacaktı. Türkiye böylece bölgedeki tarafsızlık rolünü yitirecek ve tansiyonları yükselterek sözünün dinlenirliÄŸi konumunu yitirecekti.
Ortadoğu’daki etnik ve siyasi sınır problemlerinin ortaya çıktığı en önemli ülkelerden birisi de Lübnan’dır. Ülkedeki de facto siyasi durumda bunu teyid etmektedir. Lübnan’da Maruniler, Ermeniler, Şii ve Sünni Araplar ve Dürziler birlikte yaşamaktadır. Taif anlaşması sonrasında ülkenin farklı siyasi pozisyonları etnik gruplara dağıtılmıştır. Lübnan’da cumhurbaşkanı Maruni Katolik Hristiyan, başbakanın sünni Müslüman, Meclis başkanının da Şii Müslüman olmasına karar verilmiştir. Ülkenin 1983 yaşadığı iç savaş sona ermiş, Refik Hariri ile bir dayanışma kültürü ve Lübnan kimliği oluşmaya başlamıştır. Refik Hariri’nin yapılan suikast sonrasında Lübnan halkının gösterdiği ortak tutum bunun en önemli göstergesidir. Hizbullah’ın Al-Manar televizyonunda 12 Haziran 2006.tarihinde Hassan Seyyid Nasrallah’ın iki İsrail’li askeri kaçırdıklarını açıklamasıyla Lübnan’daki bütün dengeler alt üst oldu. İsrail hemen askeri birliklerini harekete geçirerek aynı gece Lübnan’daki Şii bölgelerini kendince Hizbullah’ın hareketliğini azaltacağı inandığı yol, köprü, geçiş noktası ve havalimanları bombaladı. Lübnan halkı güney’den kuzey’e doğru göç etmeye başladılar. Hizbullah’ın Katyuşa ve Havan topu saldırısı İsrail’deki Karmel dağına ve Hayfa şehrine saldırılar yaptılar. Lübnan’daki bütün yabancı misyonlar ve vatandaşlar Türkiye üzerinden tahliye edildiler. Türkiye SAT komandoları eşliğinde vatandaşlarını tahliye etti. İsrail bu tahliyeler sırasında bir Türk gemisini gece boyunca durdurdu ve ancak sabah yola devam etmesine izin verildi. Türkiye’yi bölgedeki yalnızlar valsinde tek eş olarak gören İsrail savaş durumunda bütün geçmişlerini görmezden gelmiştir. Güvenlik konseyinin çabasıyla ateşkes’e ulaşıldığında bin Lübnanlı sivil, 163 İsrail vatandaşı,.8 Kanada vatandaşı ölmüştü. Son günlerde tek tartışılan Lübnan’la İsrail arasındaki tampon bölgeye Birleşmiş Milletler’in şemsiyesi altında Fransız, Pakistan, Malezya, Bangladeş, Brunei, Finlandiya, Norveç, Endonezya, İtalya, Norveç ve Türk ordularından oluşan bir askeri gücün bölgede kontrolü ve güvenliği sağlaması planlanıyordu. Bugünlerde bile bu tartışma hala güncelliğini koruyor. BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı son kararı çerçevesinde genişletilmiş UNIFIL’e Türkiye katkıda bulunması meselesi gündeme geldi. Türkiye her ne kadar bu güce katılırken “muharip güç olmayız� şerhini koysada UNIFIL’in komutanlığı üstlenmiş olan Fransa’nın Savunma Bakanı Michele Alliot-Marie yaptığı açıklamada:
“Görevi iyi tanımlanmış ve imkanları yeterli olmayan bir kuvvet gönderilirse, bu gönderilen kuvveti de kapsayacak bir faciaya dönüşebilir,â€? ifadesiyle endiÅŸelerini dile getiriyor. Türkiye bu konuda yerinde incelemeyi tercih ederek Lübnan’a ateÅŸkes sonrasında ilk ziyaret eden ülkelerden birisidir. AteÅŸkesin saÄŸlanmasının ardından 16 AÄŸustos’ta BaÅŸbakan yardımcısı ve DışiÅŸleri bakanı Abdullah Gül Lübnan’ı ziyaret etti. Hatta 20 AÄŸustos’ta Ä°srail’e geçerek Tzipni Livni ile görüşmeyi planlıyordu. Ancak Livni’nin Kofi Annan’la yapması gereken toplantı yüzünden Gül ile yapacağı görüşmeyi ertelemek durumunda kalmıştır. Bu arada Ehud Olmert’in AÄŸustos sonunda Türkiye’ye gelme planlarını ertelediÄŸini de dikkate almalıyız. Türkiye’nin Lübnan’da yer alması stratejik olarak çok önemlidir. Türkiye’nin Lübnan varlığı’na karar vermeden önce muhtemel tehlikelerden haberdar olmalıdır. Lübnan Ermeni varlığının dikkate deÄŸer sayılarda olduÄŸu ülkelerden birisidir. Ayrıca TaÅŸnak ve Hınçak gibi iki kadim Ermeni partisinin varlığını sürdürdüğü ülkedir. 17 AÄŸustos’ta Meclis’te 6 sandalyesi bulunan TaÅŸnak partisi bir bildiri yayınlayarak Lübnan’da Türk askeri istemediÄŸini açıklamıştı. Her ne kadar Abdullah Gül ve diÄŸer bakanlar onuruna verilen yemekte , Lübnan BaÅŸbakanı Sinyor’a “Bütün Lübnan Türk ordusunun gelmesini istiyor. Ermeni bakanımız bile Türk ordusu gelmeli diyor;â€? diyerek Ermeni bakanı masasına davet edip, “DeÄŸil mi sayın bakanâ€? diye sordu. O da “evetâ€? dediyse de bunun diplomatik nezaket icabı bir cevap mı yoksa gerçek mi olduÄŸunu bilemiyoruz. Lübnan’daki Ermeni varlığı Türkiye’nin asker göndermesi açısından dikkate alınmalıdır. Türkiye gereksiz yere tansiyonu yükseltmiÅŸ olacaktır. Lübnan’da askerin ne misyon üstleneceÄŸi önemli bir konudur. Türkiye yıllardan beri Orta DoÄŸu’da Ä°srail’in güvenlik ortağı olarak konumlandırılmıştır. Her ne kadar AKP hükümeti yalnızların dansı ÅŸeklindeki bu iliÅŸki tarzını deÄŸiÅŸtirmek istese de uluslararası imajlar kolayca silinemiyor. Yıllardır stratejik ortağı olduÄŸu bir ülkenin de taraf olduÄŸu bir anlaÅŸmazlığının ortasında yer almak Türkiye için ne derece faydalı olacaktır düşünmek gerekir. Nitekim Türkiye’nin bu ortaklığını tamamıyla sona erdirmediÄŸinin bir ifadesi olarak 22 Temmuz’da Ä°ran’dan kalkan uçakları F-16’larıyla Diyarbakır havalimanına indirerek Lübnan’daki Hizbullah güçlerine cephane taşıyıp taşımadığı kontrol edilmiÅŸtir. Hatta Ä°srail, Ä°ran’ın Hizbullah’a silah göndermesini engellemek için Türkiye’nin Tahran’a kara ve hava ambargosu uygulamasını istediÄŸini biliyoruz. Ancak Türkiye bunu kısmen uygulayarak bir denge politikası sergilemiÅŸtir. Dolayısıyla Türkiye uluslararası birliÄŸin içinde Ä°srail’in isteklerini yerine getiren bir üye olarak görülmesi ihtimali vardır. BM’in kararının Ä°srail’in yalnızca taarruz operasyonlarını yasaklıyor, ancak savunma amaçlı olanları için bir yaptırım getirmiyor. Ä°srail’in saldırı ve savunma kavramlarını uluslararası hukuk dışında kendi menfaatleriyle tanımladığı birçok örnek görülmüştür. Ä°srail’in 1559 sayılı kararın uygulanarak Hizbullah silahsızlandırılmasını da istediÄŸi bilinmektedir. Türkiye’nin içinde olduÄŸu UNIFIL gücüne raÄŸmen beklenmedik bir asker kaçırma ihtimali gerçekleÅŸirse ve Ä°srail tampon bölgeyi geçerse ülkemizin bölgedeki söz dinlenir durumu ortadan kalkması muhtemeldir. Bazı kaynakların Nasrallah’ın yerini MOSSAD’a Türk Milli Ä°stihbarat TeÅŸkilatının haber verdiÄŸi yolundaki iddiaları dikkate aldığımızda, bölgedeki Hizbullah güçlerinin ve Ä°ran’ın gergin olacağını tahmin etmek hiçte zor deÄŸil. Türkiye’nin Ä°srail’le iliÅŸkilerini dengeli de olsa devam ederken Lübnan’daki görevli askerlerin arasında bulunması Ä°ran’ı da dolaylı olarak rahatsız edecektir. Türkiye’nin Lübnan’daki Hizbullah’ı silahsızlandırma gibi bir misyonu olmasa bile olaylara çekilebilme ihtimali olabilir. Ayrıca Türkiye’nin sünni kimliÄŸi Ä°ran baÄŸlantılı güçleri rahatsız ederek Lübnan’da beklenmedik diÄŸer çatışmalara ön ayak olabilir. Ayrıca Türkiye’nin her ne kadar kendini Osmanlı Devlet’inin devamı saymasada Orta DoÄŸu ülkeleri için bu kadar basite indirgenemiyeceÄŸi unutulmamalıdır. Cemal PaÅŸa’nın adının Lübnanlılar için ne demek olduÄŸunu bölge uzmanları çok iyi bilmektedir. Türkiye bölgede gerilimi düşüren tavrını sergileyerek bu uluslararası gücün dışında kalırsa, bölgenin alt yapı inÅŸası ve kalkınmasında tarafsız bir rol oynayarak daha fazla etkin olabilir. Türkiye’nin UNIFIL gücüne Mersin limanını ve Adana Åžakir PaÅŸa havaalanını açması uluslararası barış için yeterince güçlü bir katkıdır. Bu yanısıra Kızılay, TÄ°KA ve diÄŸer insani yardım kuruluÅŸlarını seferber ederek, Lübnan’ın geleneksel güvenlik kuramları dışında ülkenin inÅŸasında ve Lübnan halkının refahını saÄŸlamak için çalışma ihtimali vardır. Böylece Suriye ve Ä°ran’la olan iliÅŸkilerini germeden bölgede nüfuzunu arttırabilir. Türkiye Lübnan’da olmalı ama Lübnan halkının refahını yükseltmek, hastane ve okul gibi kamu binaları inÅŸa etmek için, hastalara bakmak için olmalı. Askeri güç olarak bölgede bulunmalarının yeterince düşünülmüş ve taşınılmış bir karar olduÄŸunu sanmıyorum. TBMM’nin kendi irfanıyla daha doÄŸru bir karar almasını ümit ediyorum. Türkiye son dönemde yaptığı büyük açılım Lübnan’daki UNIFIL gücüne katılarak kazanabilir de kaybedebilir de…Umarım biz kazanan tarafta oluruz.

*1790’da inÅŸa edilen Paris Pantheon’un giriÅŸindeki yazı-Büyük adamlara vatan minnettardır.

Share

TÃœRKMENÄ°STAN’DA TOPLUM VE KÃœLTÃœR – B. ERSANLI / ORAZPOLAT EKAEV

Der. Büşra Ersanlı
Orazpolat Ekaev
Türkmenistan’da
Toplum ve Kültür
Kültür Bakanlığı
Yayınları
1998, XIX+186 s.

Türkmenistan’a ait hafızamızdaki en taze hatıra, Barış Manço’nun, vefatından kısa bir süre önce Türkmenistan devlet baÅŸkanı Saparmurat Niyazov’un elinden Türkmen vatandaÅŸlığını ve pasaportunu almasıdır. DiÄŸer bir güncel bağımız da yılan hikâyesine dönen doÄŸalgaz boru hattı meselesidir.

Türk halkı, Türkmenistan’ı 1991 yılı sonrasında ticari iliÅŸkiler vasıtasıyla tanımıştır. Yüzeysel bir tanışıklığın ötesine gitmeyen bu iliÅŸkide Türk halkı ne Mahtumkulu’nu, ne Göktepe’yi, ne Çöl pazarını, ne gupbaları, ne de gülyakaları öğrenebilmiÅŸtir, öğrenmek istediÄŸinde de uygun kaynakları bulamamış, yahut da ulaÅŸamamıştır. Ä°ki toplum arasındaki bilgi boÅŸluÄŸunun, Türk halkının tutumundan ziyade bu konudaki kültür politikalarımızın güdük ve zayıf olmasından kaynaklandığını zannediyorum.

Kültür Bakanlığı belki bu açığı farkettiÄŸi için, belki de modern trendlere uyma eÄŸilimiyle Türkmenistan’da Toplum ve Kültür baÅŸlığı altında yeni bir kitap yayınlamıştır. Bu çalışma, Kültür Bakanlığı tarafından 5 sene önce baÅŸlatılmış bir projenin ilk adımıdır. O tarihlerde Kültür Bakanlığı müsteÅŸarı olan Emre Kongar, ülkeler hakkında detaylı raporlar hazırlanması için gerekli altyapıyı oluÅŸturduktan sonra, Büşra Ersanlı’ya projeyi yürütmesini teklif etmiÅŸtir. Ancak Büşra Ersanlı, teklif edilen ülke raporlarının büyük yatırım ve ekip çalışması gerektirdiÄŸinin bilinciyle; ayrıca politik ortamın deÄŸiÅŸkenliÄŸini de göz önüne alarak yeni bir teklif getirmiÅŸtir. Yeni proje teklifi; ülke raporları yerine, Türk Cumhuriyetlerinin yerel uzmanlarının ve bilim adamlarının yazacağı toplumsal ve kültürel konuları içeren makalelerden oluÅŸan bir derleme hazırlanmasıdır. Kültür Bakanlığı da bu teklifin ülke raporlarına nazaran daha kalıcı ve daha verimli olacağına karar vermiÅŸ olacak ki, bu seriyi yayına hazırladı.

Büşra Ersanlı’nın derlemesinde yer alan önsöze göre, projenin devamında, yazarın Azerbaycan, Ä°senbike Togan’ın Özbekistan, Emine Gürsoy Naskali’nin de Kırgızistan derlemelerinin yayımlanacağını müjdeleyebiliriz.

Kitabın, Türkiyeli okurları biraz olsun, Türkmenistan ile tanıştırabilmek amacıyla hazırlandığı önsözünde belirtilmiştir. Bence bu çalışmanın en önemli tarafı, Türkmenlerin kendilerini adeta bir boy aynasında tarif ediyor olmasıdır. Ayrıca, Orta Asya çalışmalarında yaygın bir tutum olarak göze çarpan oryantalist tavır ve devamlı çatışma noktaları tespit etmeye çalışan paranoya da bu çalışmada görülmemektedir.

Akademik açıdan en önemli misyonu, Türkmen kimliÄŸini oluÅŸturan kültürel öğelerin aydınlatılmasında ortaya çıkmaktadır. Zira, kimlik oluÅŸumunu anlamaya, çözümlemeye çalışan araÅŸtırmalarda bireyin kendisini nasıl tarif ettiÄŸini tespit etmek çok önemlidir. Türkmenistan’da Toplum ve Kültür kitabıyla hem okuyuculara hem de araÅŸtırmacılara, Türkmenlerin kendilerini nasıl tanımladıklarını anlama imkânı sunulmuÅŸtur. Bizzat Türkmen ilim adamlarının kalemlerinden çıkan makalelerden oluÅŸan bu eser, Türkmen toplumu üzerinde çalışan sosyal bilimcilere, uzun araÅŸtırmalar sonunda elde edebilecekleri bilgileri bir çırpıda sunmaktadır.

İçeriÄŸine geçmeden, kitabın fizikî unsurlarına baktığımızda, Kültür Bakanlığı’nın alışılagelmiÅŸ (!) tarzında basıldığını görüyoruz. Eser, kâğıt açısından lüzumsuz yere bonkör davranılarak kuÅŸe kâğıda basılmıştır. Bu, hem kitabın okunmasını hem de taşınmasını zorlaÅŸtırmaktadır. Boyut olarak 16×24 cm. ebatlarında olan eserin, iç kapağındaki kitap kartı örneÄŸi kütüphanelere ve araÅŸtırmacılara büyük faydalar saÄŸlamaktadır.

Hemen ilk kapak sayfasında büyük ve önemli bir hata göze çarpıyor. Karton kapakta Büşra Ersanlı’nın kitabın müellifi gibi gözükmesi ve iç kapakta Orazpolat Ekaev’in isminin de yer alması zihinleri karıştırıyor. Kültür Bakanlığı’nın yaptığı bu baskı hatası, Orta Asya üzerine çalışan Türk akademisyenlerini, Orta Asyalı meslektaÅŸlarının karşısında zor duruma düşürmektedir. Halbuki, bu derlemenin ortaya çıkmasında Büşra Ersanlı’nın yanı sıra Türkmenistan Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü’nden Orazpolat Ekaev-Baharlı da derleyen görevini üstlenmiÅŸtir.

Türkmenistan’da Toplum ve Kültür’de, metodolojik açıdan Orta Asya sahasında yerli kaynaklarla çalışan araÅŸtırmacıların hep yüz yüze geldikleri bir problemle karşılaşıyoruz. Eserde birçok makalede dipnot bulunmuyor ve sadece genel hatlarıyla yararlanılan kaynaklar belirtilmiÅŸ. Bu metodolojik sıkıntı, Türk dünyası üzerine çalışan sosyal bilimcilerin bu makalelerden gerektiÄŸi kadar faydalanmalarına imkân tanımamaktadır.

GiriÅŸ bölümünde, Büşra Ersanlı tarafından kaleme alınan “Türkmenistan’da Bağımsız Devletli Kültür” baÅŸlığını taşıyan yazıda güncel kültürün fotoÄŸrafı çekilmiÅŸtir. Bağımsızlığın, Türkmen kültürü ve kimliÄŸi üzerindeki etkilerine deÄŸinilmiÅŸtir.

“Tarih, Edebiyat, Müzik-Oyun-Görüntü, Ellerin Hüneri” baÅŸlıklarını taşıyan bölümlerden oluÅŸan kitap, ilk bakışta antropolojik bir bölümlendirme ile emekleyen, konuÅŸmaya baÅŸlayan, okumayı öğrenen ve sonunda eser vermeye baÅŸlayan bir insanı hatırlatıyor.

Derlemenin “Tarih” baÅŸlıklı bölümünün ilk makalesi, “Türkmenistan’da Arkeoloji Abideleri”dir. Makale, Türkmenistan topraklarının arkeolojisini, geçmiÅŸini inceliyor. Rusların, Türkmenistan’daki arkeolojik araÅŸtırmaları çok erken tarihlerde baÅŸlatmaları hayli enteresandır. 1884 tarihinde Çar Rusyası döneminde baÅŸlayan bu çalışmalar Sovyetler BirliÄŸi zamanında da geliÅŸerek devam etmiÅŸtir. Avrupalı seyyahların, 1890’lı yıllarda bu bölgelerdeki tarihî zenginlikleri, kontrolün olmayışından faydalanarak kaçırmış olmalarından bahsedilmesi de aklıma hemen Batı müzelerindeki Türkiye’ye ait tarihî eserleri getiriyor.

Sovyetler BirliÄŸi döneminde arkeolojiye verilen önem beni hep düşündürmüştür. Sovyetler BirliÄŸi’nin bu tavrı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki arkeolojik hareketler ile iliÅŸkilendirildiÄŸinde enteresan bir resim ortaya çıkabilir. “Halkların dostluÄŸu” çerçevesinde, milliyetçi duyguların ağır bastığı yakın tarih yerine uzak geçmiÅŸteki “nötr tarih”i kullanarak halkın “aidiyet-milliyet” duygusunu hangi metotlarla ve nasıl tatmin ettiklerini hep düşünmüşümdür.

“Åžahıs, Aile, Mülk: Ondokuzuncu Yüzyılda Sosyal ve Ekonomik Hayat” baÅŸlıklı makale, Türkmenistan’ın sosyolojisini anlayabilmek için mutlaka okunmalıdır. Daha da ötesinde Orta Asya’da su ve toprak iliÅŸkisini ya da yerli ve göçebe halk iliÅŸkisini analiz eden bir çalışmadır. Türkistan’ın deÄŸiÅŸik coÄŸrafyalarında yaÅŸayan Türkmenlerin gündelik hayatlarını düzenlemek için kullandıkları Türkmencilik kanunlarının açılımlarını ve ana kurallarını içeren makalede teknolojik, ekonomik ve sosyal geliÅŸmelerle toplumun geçirmiÅŸ ya da geçirmekte olduÄŸu metamorfoz da izah edilmeye çalışılmıştır. Yazar makalenin son paragrafında hoÅŸ bir ifadeye yer veriyor: “Åžimdi bizim toplumumuz XXI. yüzyılın kapısında duruyor. XX. yüzyıl bizim halkımıza, toplumumuza çok zorluk ve azap, katliam, savaÅŸ ve açlık getirdi. XXI. yüzyılın inÅŸallah bize mutluluk, bütün Türk halklarına dostluk, bütün dünya halklarına barış, her bir ÅŸahsa hürriyet, devlet tarafından kurulacak demokratik düzen, her bir aile için gönenç, zenginlik getirmesini arzu ediyoruz” (s. 34).

“Ä°lk Türkmen Devletleri ve Türkmenistan’da Ä°stiklâl Mücadeleleri” isimli makale, tarihin sır dolu sayfalarında ilgi çekici hikâyelerin var olduÄŸunu bildirerek baÅŸlıyor. 1040 yılından baÅŸlayarak 19. yüzyılın başına kadar Türkmen halkının tarihinin kısa fakat titizce hazırlanmış özetini veriyor. Ayrıca, 19. yüzyıldaki ayaklanmalar ve istiklâl mücadeleleri de kronolojik olarak incelenmiÅŸtir, ki bu bilgilerin, Türkmenistan üzerinde çalışan araÅŸtırmacılara büyük kolaylıklar saÄŸlayacağını tahmin ediyorum. Bu makalenin satır aralarında Türkiyeli okurları ÅŸaşırtabilecek bilgilere rastlıyoruz: 1917 yılından 1938 yılına kadar devam eden, Sovyet bilim adamları tarafından Basmacılık (detaylı bilgi için, Baymirza Hayit, Basmacılar, Türkistan Milli Mücadele Tarihi (1917-1934), Türk Diyanet Vakfı Yayınları, 1997) olarak deÄŸerlendirilen, Türk halklarının önce Çar Rusyasına, 1917 sonrasında Sovyet sosyalistlerine karşı verdiÄŸi bu istiklâl mücadelesinde, Türk subaylar bilfiil yardımlarda bulunmuÅŸlardır. Rusya’da esir bulunan Osmanlı subaylarının Türkmenlere askeri eÄŸitim verdikleri belirtiliyor. Bu konuda birçok örnek ve hatırat mevcuttur. (Ä°lk elde akla gelenler ÅŸunlar: Adil Hikmet Bey, Asya’da BeÅŸ Türk, Ötüken Yayınları, 1998; Ahmet Kemal Habibzâde, Çin Türkistanı Hatıraları, Kitabevi Yayınları, 1996; Raci Çakıröz, “Türkistan’da Türk Subayları”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, 1987, 1-11. sayılar, Çakıröz’ün bu hatıratının diÄŸer bir nüshası da Çarlık ve BolÅŸevik Rusya’da baÅŸlığıyla 1990 yılında Belge Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Ayrıca, Enver PaÅŸa üzerinde yoÄŸunlaÅŸmakla birlikte Osmanlı subayları hakkında bilgiler veren ÅŸu eserler de önemlidir: Ali Bademci; Korbaşılar: 1917-1934 Türkistan Milli Hareketi ve Enver PaÅŸa, KutluÄŸ Yayınları, 1975; Åževket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver PaÅŸa, Remzi Kitabevi, 1972, cilt III.) Daha sonra bu subaylar Pan-Türkçülük suçlamasıyla Stalin’in emriyle idam edildiler. Ek olarak, Türkmen halkının istiklâl mücadelesinin kronolojisi de verilmiÅŸtir.

Kitaptaki Tarih bölümünün diÄŸer bir makalesi de “Türkmen Atları” baÅŸlığını taşıyor. Dünyada at meraklıları arasında çok meÅŸhur olan Türkmen atlarının ÅŸeceresine ait detaylar verilmiÅŸtir. Günümüz Türkmen kültüründe ve sosyal hayatında “at” kavramının öneminden kaynaklanan kutlama ve yürüyüşlere iliÅŸkin bilgiler de verilmiÅŸtir.

Derlemenin ikinci bölümü “Edebiyat” baÅŸlığını taşıyor. Edebiyat bölümünde yer alan yazılar, Türkmen edebi hayatının panoramasını vermesi açısından önemlidir. “Türkmen Åžiiri” isimli makalede, Sovyet Türkmen Åžiiri temaları sınıflandırılmış ve kaynak isimler belirtilmiÅŸtir. Bu makale, misyon olarak Türkmen kültürünün temelini teÅŸkil eden halk ÅŸairlerine yer verilmemesi nedeniyle, kimlik oluÅŸumu noktasındaki bazı soruları cevapsız bırakmıştır.

Dr. Ahmet Mehmedov ve Yener Kazak tarafından yazılan “Türkmen Romanı” isimli makalede dikkatimizi ilk çeken unsur, makalenin, yazar tarafından Türkiye Türkçesi ile yazılmış olmasıdır. Bu not, “acaba Türkiye’de kaç kiÅŸi Türkmence makale yazabilir” sorusunu aklımıza getiriyor?

“Türkmen Romanı” makalesi için de, “Türkmen Åžiiri” isimli makale için beyan ettiÄŸim teknik çekinceleri tekrarlıyorum. Yazar, Türkmen romanının, 20. yüzyılın baÅŸlarında ortaya çıkarak günümüze kadar edebî açıdan olgunlaÅŸma aÅŸamaları yaÅŸadığını anlatıyor ve tezini 1937 sonrasında baÅŸlayan geliÅŸmelerin kronolojik tahlilini yaparak günümüze kadar getiriyor.

Edebiyat bölümünde yer alan ve Türkmen halkının karakterini destansı bir yazı olarak inceleyen diÄŸer bir makale de “Erden Er DoÄŸar (Aile ve Birey)” baÅŸlığını taşıyor. Bu hikâye üsluplu makale şöyle bir kıssa ile devam ediyor: Bir yolcu yolda bir göçebe köyüne rastlar, bir evin kapısına varır, “misafir alır mısınız?” diye sorar. Bu hanenin bir tek kara evi (aÄŸaçtan yapılan, üstü kubbemsi, kolay kurulabilen ev) vardır. Ev sahibi konuÄŸu gülümseyerek karşılar, imkânı dahilinde ona hizmet eder ve gece çocuklarının yanında yer verip, yatırır. Konuk genç, ev sahibinin yetiÅŸkin kızıyla bir yorganda yatmaktadır. Ertesi gün konuk vedalaşıp gider. Yolda giderken hep düşünür: “AkÅŸam beni çiçek gibi bir kızın yanında yatırdılar, ama ben onunla bir çift laf etmeyi bile düşünmedim” der ve gün batmadan geri döner. Genci tekrar misafir kabul ederler. Ancak kızın yanında yer vermezler. Ertesi gün konuk, ev sahibine bunun nedenini sorar. Ev sahibi onun kötü niyetle geldiÄŸini anlar, ancak misafir kabul etmekten vazgeçmez. EÄŸer vazgeçerse, halkının konukseverlik geleneÄŸine ters düşeceÄŸini bilir (s. 91). Bu makale, Türkmenlerin kendilerini aynada nasıl gördüklerinin güzel ve belirgin bir ifadesidir.

“Türkmen MüziÄŸi, GeleneÄŸi ve Bugünkü Durumu” baÅŸlığını taşıyan makale, gerçekten millî kimlik oluÅŸumuna ışık tutabilecek ölçülerde hazırlanmış bir makaledir. Türkmen folklorundan müzik aletlerine kadar büyük bir kültür mirası bu sınırlı sayfalara sığdırılmaya çalışılmış. Modern Türkmenistan’ın klasik Batı müziÄŸinin önde gelen isimleri ve eserleri de tanıtılmıştır.

Müzik-Oyun-Görüntü baÅŸlıklı bölümün ikinci makalesi “Türkmen Sazı-Türkmen Sözü Sohbeti”nde, Türkmen halk müziÄŸinin vazgeçilmez çalgıları da incelenmiÅŸtir. Dutar’dan, gargı düdük’e, dilli düdük’e, gıçak’tan gopuz’a kadar Türkmen müziÄŸinin temel sazlarının ÅŸekillerine ve çalınabilecek müziklere deÄŸinen bu makalenin, teknik tarzıyla daha çok müzikologlara faydalı olacağı kanaatini taşıyorum.

“Türkmen Filminin Åžeceresi ya da Film, Milli Kültürün Bir Parçasıdır” baÅŸlıklı makalesinde Hocakul Narlıyev, Türkmen kültürünün kritik noktalarını ÅŸu satırlarla ifade etmiÅŸtir:

“Film üretiminde esas kaynak, halkın zengin müzik mirasından, Türkmen halkının hayatında hiçbir ÅŸeyle deÄŸiÅŸtirilmeyen müziÄŸin rolü ve bunu yaratan çok tanınmış ya da daha az bilinen bağşıların gösterilerinden geliyordu. Halkın milli ruhu, yaratıcılık gücü, onun yüksek düzeylere ulaÅŸmış zanaatinde, el iÅŸlerinde de ortaya çıkmıştı. Teknik yönleri gözükmeyen, mükemmel yapılmış Türkmen halılarını, el iÅŸlerini, iÅŸlemelerini hepimiz biliyoruz. Bütün bunları çocuklukta öğrenmiÅŸ ve yaratmışlar, hatta bizim kendi nefesimizi ya da kalp atışlarımızı iÅŸitmediÄŸimiz gibi, onlar da, kendileri bile bu iÅŸin nasıl olduÄŸunu anlamadan sanatlarının üstadı olmuÅŸlar. Biz, Türkmenler, hayatımızın ta kendisi olan bu güzellikler olmadan kendimizi tasavvur edemiyoruz. Tabii ki tüm bu kültür özellikleri, film sanatının yaratıcılarını cezbetmiÅŸtir. Kendi halkının temsilcileri olarak, bu ÅŸahıslar faaliyetlerinde asırlar boyunca oluÅŸmuÅŸ ortak ahlak tecrübesi gibi önemli noktalardan hareket etmiÅŸlerdir” (s. 128-129).

Bu analizlerin ardından yazar, Türkmen siyasi hayatının Türkmen kültürü ile yoÄŸun etkileÅŸimine de parmak basmıştır: Millî filmciliÄŸin geliÅŸmesindeki iniÅŸler-çıkışlar ile siyasi ve sosyal olaylar arasında sıkı bir baÄŸ olduÄŸunu pek çok ÅŸey kanıtlar (s. 129). 1920-30’lu yıllarda Stalin baskısı filmcilik sahasında tekdüzeliÄŸin oluÅŸmasına sebep olmuÅŸtur. 30’lu yıllarda baÅŸlayan, filmlerin tekdüzeleÅŸtirilmesiyle varılmak istenen esas sonuç, toplumun ÅŸuurunu yönetmek ve standartlaÅŸtırmaktı (s. 130).

Narlıyev, 30’lu yılların Stalin politikasını ve estetiÄŸini en ince ayrıntılarına kadar yorumladıktan sonra Türkmenistan’ın geleceÄŸinde Türkmen filminin misyonunu ÅŸu satırlarla ifade etmiÅŸtir: “Bugün Türkmenistan’ın milli film sanatı dünya milli sanatına aynı seviyede giriyor ve büyük bir deÄŸer sergiliyor. Halkın kendi kendini tanımasına ve kendini ifade edebilmesine hizmet ediyor, onun izzeti nefsini saÄŸlamlaÅŸtırıyor, kendi halkını tüm dünyaya tanıtıyor. Film dilinin, sınırları ve milletleri aÅŸan bir karaktere ulaÅŸması belli baÅŸlı bazı filmlerde netlik kazanıyor ve böylece film anlam ile ÅŸeklin ayrılmaz bütünlüğünü milli bir özellik çerçevesinde sergiliyor” (s. 139).

Film sanatlarının kardeÅŸi olan tiyatro konusuna da bu derlemede yer verilmiÅŸtir. Bu noktadan hareketle, Orta Asya tarihindeki modernleÅŸme hareketlerinde, tiyatronun milliyetçi duyguların oluÅŸmasında ne kadar etkili olduÄŸunu da hatırlatmak istiyorum. Bu manada “Türkmen Tiyatrosu” makalesi Özbek, Tatar ve Azeri tiyatro tarihiyle kıyaslama yapma imkânı saÄŸlamaktadır. Ancak makalede ilk Türkmen tiyatro oluÅŸumunun 1917 tarihinde baÅŸladığı belirtiliyor. Oysa ki, 20. yüzyılın baÅŸlarında Buhara EmirliÄŸinde, Hive Hanlığında ve TaÅŸkent gibi bölgelerde ortaya çıkan yenileÅŸme hareketlerinde tiyatro genelde fikirlerin vulgarizasyonunu saÄŸlayacak bir araç olarak daha erken tarihlerde kullanılmıştır. Bu hemen, “acaba Türkmenlerde yenileÅŸme hareketleri olmadı mı?” ya da “bu hareketlerde tiyatro kullanılmadı mı?” sorusunu aklımıza getiriyor.

Goethe’nin dediÄŸi gibi, “halkı oluÅŸturmak için tiyatro oluÅŸturmak lazım”. Cumadurdu Sarıyev, makalesinde Türkmen tiyatrosunun 1917’de baÅŸlayan ve günümüze kadar gelen serüvenini incelemiÅŸtir. Türkmen tiyatrosundaki kahramanlık motiflerinin önemli rolü de yazar tarafından ele alınmıştır. Bu makalede opera ve bale tiyatrosuna da deÄŸinilmiÅŸtir.

Türkmenistan’da Toplum ve Kültür’de yer alan “HeykeltraÅŸlık ve Türkmenistan’ın Plastik Sanatı” baÅŸlığını taşıyan yazılar genelde günümüz eksenli deÄŸerlendirmeleri içermektedir. Zira, Ä°slâm’ın tasvirciliÄŸe karşı tutumunun da etkisiyle, genelde Orta Asya Cumhuriyetlerinin Sovyet iÅŸgali öncesinde plastik sanatlara ait dikkat çekici örneklere rastlanılmamaktadır. Tabii ki, erken dönem Türk tarihindeki ‘balbal’lardan ve ‘kurganlar’dan çıkan kalıntılardan anlaşıldığı üzere, modern manada olmasa bile, plastik sanat diye tabir edebileceÄŸimiz eserlerin var olduÄŸu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla, Türkmen plastik sanatını anlatan yazıların Türkmen kimliÄŸinin kaynaklarının anlaşılmasına faydalı olmaktan ziyade, modern Türkmen kimliÄŸi panoramasının izlenebilmesi için yararlı olabilecek bir malzeme olduÄŸu unutulmamalıdır.

Türkmenistan’dan bahsedip de Çöl pazarında satılan halıların ihmal edilmesi tabii ki düşünülemez. Maya Cumaniyazova tarafından kaleme alınan “Nakış ve Halı-Halı Pazarının Ortaya Çıkışı” baÅŸlıklı makalede Türkmen halı kültürünün oluÅŸumu ve tekstil unsurları incelemiÅŸtir. Hatta, demiryolunun Türkmen topraklarına ulaÅŸmasından sonra Türkmen halılarında görülmeye baÅŸlayan sentetik boyaların serencamından bile bahseden bu detaylı makalenin, sanat tarihçilerine yeni bilgiler saÄŸlayacağını tahmin ediyorum.

“Nakış-Medeniyet Ruhu” baÅŸlığıyla Aman Amangeldi Çendiri tarafından kaleme alınan makale, takı ve süs eÅŸyalarında simgelerden bahsetmektedir. Türkmen nakkaÅŸlığından bahseden bu makalede duygusal tat alınmaktadır.

Sonuç olarak, imkânlar çerçevesinde Türkmenistan ve Türkmenler adına zihnimizde kimlik-imaj oluşturmamıza yardım eden bu eser, Orta Asya çalışmalarına da yeni bir soluk getirmiştir. Bu sağlıklı ve yerli bakış açısının diğer çalışmalara da ilham kaynağı olmasını ümit ediyoruz.

Salih Bıçakcı

Share