Yahad Natzliah!*

(Bütün hikaye İsrail’in seçim yapmasıyla başladı. Bir akademisyen arkadaş aracılığıyla Taraf gazetesi seçimleri değerlendiren bir yazı istedi. Ben de elimden geldiğince yazdım. Gönderdim ancak gel zaman git zaman bir ses gelmedi. Israrla sorunca “her taraf” editörü, yazıyı yayınlayamayacaklarını ve sebeplerini daha uzun bir e-posta ile anlatacaklarını belirttiler. Ancak onun da yakında geleceğini zannetmiyorum. Ben de sizin bilginize sunuyorum.)


İnsanı diğer canlılardan ayıran niteliklerin başında tercihte bulunması ve seçim yapması gelmektedir. Bu seçimler hele de geleceğimizi şekillendirecek gücü belirlemek için yapılıyorsa daha da önem kazanmaktadır. Bütün dünya 2008 yılını  Amerika Birleşik Devletleri’nin seçim yarışını takip ederek uğurladı. Hatta Kenya’nın Kogelo köyündeki insanlar Amerika’da yaşamamalarına rağmen bu seçime taraf oldular. Global dünyamızda artık yerel seviyede yaptığımız tercihlerin bedelini sadece biz değil, bütün insanlar o ya da bu şekilde ödemektedir. Söz konusu Orta Doğu olduğunda bu durum daha da farklı bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Irak, Filistin, İsrail ve İran seçimlerinde oy kullanan herkes sadece kendi yönetimlerini belirlemekle kalmamış; Orta Doğu’yu hatta dünyayı ilgilendiren tercihler yapmıştır ve yapacaktır. Bu perspektifle değerlendirğimizde 10 Şubat’ta gerçekleşen İsrail seçimleri daha da önem kazanmaktadır. Ayrıca İsrail’in bölgesel politik sistem içinde yer almasına rağmen, sistem dışı bir aktör gibi davranması da seçimlerin sonuçlarını kritik hale getirmektedir.
İsrail’de yapılan seçimler 26 Ekim 2008 ‘de Kadima partisinin genel başkanlığına seçilen Tzipi Livni’nin Başkan Peres’le yaptığı görüşmede “varolan koalisyon hükümetiyle yoluna devam etmek istemediğini” belirtmesiyle ortaya çıktı. Peres genel seçim tarihi olarak 10 Şubat 2009’u belirledi. 6 milyona yaklaşan seçmen rakamıyla ve 34 parti (ya da farklı politik grupların oluşturduğu listelerle) seçime gidildi. Geçtiğimiz seçimlere göre daha istekli ve kararlı bir seçmen grubu olduğunu gördüğümüz seçimlerde sonuçlar resmen 18 Şubat 2009’da açıklandı. Bu sonuçlara göre Kadima 120 sandalye’den 28 sandalyeyi kazanarak seçimin en yüksek oy alan partisi oldu. Likud Kadima’yı 27 sandalye ile takip etti. Yeni meclisin 2 Mart 2009 tarihinde toplanması bekleniyor. Kadima, 2005 yılında İsrail’in Gazze’den çekilmesini kabul etmeyen Likud partisi’nden ayrılan bir grup tarafından kuruldu. Benyamin Netanyahu tarafından başkanlığı yürütülen Likud partisinin geçmişine baktığımızda İngiliz Mandasına karşı savaşan Irgun örgütünün temelde yer aldığını görüyoruz. Şahin politikalarıyla tanınan parti bu seçimlerde Kadima karşısında büyük başarı elde etti. İsrail politik hayatı için yeni bir isim olmayan Netanyahu, 1996-1999 yılları arasında başbakanlık ve Sharon hükümeti koalisyonunda 2003-2005 yılları arasında Maliye bakanlığı yaptı.
Seçimin bu çekişmeli iki rakibinden hemen sonra Ehud Barak’ın liderliğinde İşçi Partisi gelmektedir. Göreceli olarak merkeze yakın sol’da yer alan partinin son seçimlere göre %5’lik bir oy kaybı olduğunu görüyoruz. Bu oy kaybı Ehud Barak’ın son hükümette aldığı görevler ve uygulamalardaki performasına bağlı olarak açıklanabilir. İsrail’in bütün koalisyonlarının pazarlıklarının tamamlayıcı cüzü olarak bilinen Şas partisi de bu seçimlerde %9’luk bir oranla 11 sandalyeyi elde etti. Ruhani liderleri Haham Ovadia Yosef tarafından politikaları belirlenen din ağırlıklı yaklaşımlara sahip parti, 2006 seçimlerinde de aldığı kemikleşmiş oylarla Knesset’te (İsrail Parlementosu) 12 sandalye ile temsil edildi. Şas partisi şimdiye kadar yaptığı bütün koalisyon pazarlıklarında İçişleri ve Eğitim bakanlığını elde etmek için ısrar etti. Büyük oranda da istekleri kabul görmüştür.
İsrail’in bu seçimlerinin en konuşulan partilerinden birisi de Avigdor Lieberman’ın başkanlığındaki Yisrael Beiteinu (İsrail Evimiz) partisiydi. Lieberman duruşu ve politik geçmişiyle oluşabilecek herhangi bir koalisyonun en farklı üyelerinden birisi olacağını zannediyorum. Gençlik yıllarında Haham Meir Kahane’ın ruhani liderliğini yaptığı aşırı sağcı Kach Partisi’nin gençlik kollarında ve Likud partisinde görev almış Lieberman 2003 seçimlerinde Milli Birlik listesinden meclise girdiğinde Ulaştırma Bakanlığı yapmıştır. Ancak 2005 yılında Gazze’den çekilme planlarına karşı çıkınca Sharon’la anlaşmazlığa düşmüş ve hükümetten ayrılmak zorunda kalmıştır. 2006 yılında yapılan seçimlerde 11 koltuk’a sahip olarak önemli bir başarıya adım atan Lieberman Rus kökenli göçmenleri temsil etmektedir. Üç temel politika üzerinden kendilerini tanımlamaktadır: İsrail’e göç edilmeli, toprağımız korunmalı ve yerleşimler kurulmaya devam edilmeli.
Bu başlıca katılımcıların dışında Meretz, Habayit HaYehudi (Yahudi Evi), Milli Birlik, Birleşik Torah Yahudiliği, Hadash (Yeni), Birleşik Arap listesi, Balan ve Yeşiller Partisi seçimde rekabet etti. Bu partiler toplamda on yedi sandalye ile temsil edilme hakkına eriştiler.
Seçimler sonrasında iki önemli soru ortaya çıkmaktadır. Likud partisi’nin yükselmesini sağlayan unsur nedir ? Hangi parti(ler)nin koalisyonda yer alması beklenir? Bu soruları takiben cevap bekleyen diğer bir soruda İsrail’deki hükümet değişikliğinin bölgesel ve dolayısı ile global etkisi olan Filistin meselesi’ni nasıl etkileyeceğidir.
İsrail’deki iç politikanın gidişatını belirleyen belli başlı dinamikleri: Filistin meselesine bağlı olarak güvenlik, Yahudi yerleşimleri, göçmenler ve ekonomik kriz olarak saymak mümkündür. Ariel Sharon sonrasında Kadima özellikle 2006 Filistin seçimlerinden zaferle çıkan Hamas’a karşı dışlayıcı bir tavır içine girerken, Hamas’ın Gazze dışına roketler atmalarına engel olamadıkları gibi grubun siyasi sisteme girme çabasını da yumuşama belirtisi olarak algılamadı. Öte yandan Fatah’la rahatça konuşabildikleri için hesapsız yapılan hamleler güvenlik probleminin Gazze meselesi olarak hükümetin önüne gelmesine sebep oldu. Ayrıca Filistinliler arasında bir iç savaşın çıkmasını destekleyen (en azından ses çıkarmayan) tutumun yanısıra, Hamas’ı dışlayan ama geçici ateşkesler de yapan Kadima hükümetinin plansız ve dengesiz güç kullanımı Şahin politikaları benimsemiş Netanyahu için beklediği fırsatı oluşturdu. Tarihi perspektiften değerlendirildiğinde İsrail toplumu için “kendilerini güvende hissetme duygusu”nun esas olduğu bilinmektedir. Beersheva, Sderot gibi  Gazze’ye komşu şehirlere Hamas roketlerinin atılması, İsrail halkının güvenlik endişelerini tetikledi. Uzun zamandır planlanan saldırıların hemen seçim öncesinde gerçekleştirilmesi Kadima’nın Likud karşısında bütün hatalarıyla birlikte kıl payıyla öne geçmesine yardım etti. Seçimlerin öncesinde Kadima’nın başkanı Livni verdiği beyanatta, seçim sonuçlarının öğrenir öğrenmez hem Likud hem de İşçi Partisi ile koalisyon kurmaya çalışacaklarını belirtmişti. Ancak Kadima’nın önceki hükümetteki pek parlak olmayan profili gözönüne alındığında, kendisiyle koalisyon yapacak parti bulmakta zorlanacağını tahmin ediyorum. Sonuçlara da bakıldığında Netanyahu’nun kendisiyle ittifaka hazır 66 sandalye’ye sahip olduğunu görüyoruz. Bu sebeple Likud partisinin bir koalisyon hükümeti oluşturması muhtemel gibi gözüküyor. Böyle bir koalisyonun diğer iki ortağının da Yisrael Beiteinu ve Şas partisi olması bekleniyor.
Likud önderliğinde kurulacak hükümette Şas partisi yine İçişleri bakanlığını isteyecektir. Seçim öncesinde Yisrael Beiteinu partisinin Savunma bakanlığını almak istediği yönünde beyanatlar gazetelerde yayınlanmıştı. Netanyahu bu kadar önemli bir bakanlığı Lieberman’a vermeyeceğini belirtti. Politik durum gereği vermesi halinde Filistin meselesine karşı hükümetin tavrı, Netanyahu’nun kaldırabileceğinden bile sert olacaktır. Geçtiğimiz dönem ve oluşması muhtemel hükümet bir arada değerlendirildiğinde, gelecek yönetimin gündemlerinin birinci maddesini Filistin problemi ve güvenliğin oluşturacağını tahmin etmek zor olmayacaktır. Hatta bu dönemde Hamas’ın üzerine daha fazla gidileceğini zannediyorum. Ancak Netanyahu’nun Kadima hükümetinin yaptığı gibi Batı Şeria ve Fatah grubuna yakın olacağını da zannetmiyorum. Hemen burada belirtmek isterim ki, bu yaklaşım İsrail’in Filistin meselesine her zaman olduğundan daha katı politikalar takip edeceği manasına gelmemektedir, ama caydırıcılık ve karşılıklılık açısından tavizsiz olmalarının mümkün olduğunu ifade etmeliyim.  Güvenlik problemi’nin ortaya çıktığı bir dönemde İsrail’e yabancı yatırımlar azalacak ve turizmde gerileme yaşanacaktır. Her ne kadar Camp David Anlaşması gereği İsrail’e verilen ABD hibesi olası ekonomik kayıpları kısmen karşılayabilecek kapasitede olsa da, ülkenin bu durumdan etkileneceği neredeyse kesindir. Ama Netanyahu’nun en iyi olduğu konuların başında ekonominin geldiği de unutulmamalıdır. Seçim öncesi açıklamalarında Netanyahu, Filistin ekonomisine yardım ederek daha sağlam bir zemine kurulmuş barış ekonomisini sağlamak istediğini belirtmişti. Eğer bu hedefine ulaşabilirse çatışma zeminindeki çözümleri bir yana iterek uzun vadede sonuçlarını göreceği uzlaşma ortamının taşlarını döşemiş olacaktır. Türkiye’nin de Eretz projesi dahilinde böyle bir yapılanmaya ortaklık yapmak istemesi olasıdır.
Dolayısıyla uluslararası ilişkiler yaklaşımıyla bölgesel seviyede baktığımızda Netanyahu hükümeti’nin Filistin’e karşı takınacağı tavır İsrail’in sistemdeki yerini belirleyecektir. Filistin problemi son dönemlerinde siyasi bir çatışma olma seviyesinin ötesine geçerek bölgesel ve hatta global manada vicdani bir mesele haline gelmiştir. Netanyahu hükümetinin önünde iki yol gözükmektedir. Bunlardan birincisi Batı Şeria ve Gazze’deki siyasi erk’i bir bütün olarak görmek ve yapıcı barış sürecinde problemin çözümü için adımlar atmaktır. Ancak bunun Lieberman’ın olduğu bir hükümette çok da rahat şekilde gerçekleştirilebileceğine inanmıyorum. Tam tersi sert politikaların İsrail’i bölgede yalnızlaştıracağı ve müttefiki ABD’nin Obama hükümeti ile karşı karşıya getireceği ihtimali de gözardı edilmemelidir. Bu yüzden Netanyahu’nun bölgesel güvenlik unsurlarını gözönüne alarak Suriye ile Türkiye önderliğindeki barış sürecini yeniden canlandırmak istemesi olasıdır. Aynı zamanda Pakistan ile sürdürdüğü gayrı resmi görüşmelere devam etmesi ve İran’la Obama yönetiminin yumuşama sinyalleri doğrultusunda ılımlı ilişkiler inşa etmeye çalışması beklenmektedir.
İran’daki gelecek seçimlerin sonucu da bölgedeki tansiyonu hesaplarken dikkate alınması gereken unsurların arasında gelir. İran’la ılımlı ilişkiler İsrail’e Lübnan tehdidini hafifletmesi için beklediği fırsatı sunacaktır. Tüm bu denklemler doğrultusunda çevresindeki problemleri çözümlemiş İsrail’in, Filistin meselesinde daha sert adımlar atması beklenebilir. Ümit edelim ki, Netanyahu seçmenlerinin isteklerini okuyabildiği gibi bölgedeki ülkelerin de beklentilerini anlayabilsin.

*“Birlikte yapabiliriz” anlamına gelmektedir. Likud partisi’nin kullandığı İbranice sloganlardan birisidir.

Share

Affetmek büyüklük mü?

Uzun zamandan beri derslerde Vatikan’ın dış politika yaklaşımını anlatırdım. Hatta İndex ne demek ve excommunication ne demek onu anlatırım.İşte bir haber !

Vatikan Beatles’ı 40 yıl sonra affetti
Taraf – Istanbul – 23.11.2008

“Biz İsa’dan daha meşhuruz” sözleri Hıristiyanları çok kızdıran Beatles, 40 yıl sonra Vatikan tarafından affedildi

Vatikan bir dönemin rock ilahı Beatles’ın bundan 40 yıl önce söylediği “Biz İsa’dan daha meşhuruz” sözünü affettiğini açıkladı. Vatikan’ın resmi gazetesinin dünkü baskısında bundan 40 yıl önce piyasaya sürülen White Album için “Lennon ve diğer Beatles üyelerinin modern müziğe eşsiz katkıları olmuştur” diyerek kutladı.
Sadece ukalaların Beatles şarkılarını yok sayabileceğinin altını çizen haber, “Zamana meydan okuyan Beatles şarkıları kendilerinden sonra gelen birçok nesle ilham kaynağı olmuştur” yorumunu yapıyor. John Lennon 1966 yılının mart ayında Evening Standard adlı gazeteye “Hıristiyanlık bir gün yok olacak, ben de bir gün öleceğim ama şunu biliyorum ki biz bugün İsa’dan daha popüleriz. İsa’ya lafım yok ama kuralları son derece katı ve sıradandı” demiş ve bir anda Hıristiyan âleminin şimşeklerini üzerine çekmişti. Bunun üzerine dünyanın dört bir yanındaki Hıristiyanlar Beatles albümlerini yakmış, Beatles şarkılarına programlarında yer veren radyo istasyonları kundaklanmış ve Beatles üyeleri ölümle tehdit edilmişti. Olaylar bununla da kalmamış, sözün söylendiği günden yaklaşık 10 yıl sonra John Lennon, yarattığı bu kargaşa ve öfkeden memnun olduğunu dile getirmişti.
White Album, Beatles albümleri arasında çok farklı bir yerde duruyor. Grubun yaptığı en sert albüm olmasının yanında, albümün özellikle satanist öğeler barındırması da ortalığı, müzik çevrelerini birbirine katmıştı. Hatta kurduğu satanist tarikatla dünyayı tehdit eden Charles Manson, albümde yer alan Helter Skelter şarkısının kendisine ait olduğunu söylemiş ve grubu hırsızlıkla suçlamıştı. Manson müritlerinin Roman Polanski’nin evinde yaptığı katliam sonrasında duvara kanla Helter Skelter yazılması da çok konuşulmuştu. Bu açıdan bakarsak Vatikan’ın resmi gazetesinde albümün kırkıncı yılını kutlaması da ayrıca ilginç…

Share

Bazen durup düşünmek gerek!

Yorumsuz olarak aşağıdaki haberi bilginize sunuyorum:

İran’da İsrail adına casusluk yapmak suçundan ölüm cezasına çarptırılan işadamı Ali Aştari’nin, pazartesi günü asılarak idam edildiği bildirildi.

İran haber ajansı IRNA’nın İstihbarat Bakanlığı yetkililerine dayandırdığı habere göre, 45 yaşındaki Aştari, nükleer program konusunda yetkili İranlılara, elektronik iletişim cihazları satmaya çalışıyordu. Üç yıldır Mossad’a çalıştığı şüphesiyle 2007’nin şubat ayında tutuklanan ve haziran ayında idam cezasına çarptırılan Aştari, şu ifadeyi vermişti:

Dinlenebilir cihazlar

“Bana, şifreli mail gönderebilmem için dizüstü bilgisayar ve uydu telefonu da dahil bazı cihazlar ve 50 bin dolar verdiler. Bu cihazları İran’daki özel müşterilerime satmamı istediler. Böylelikle daha sonra bu cihazları hackleyebileceklerdi. Tam olarak niyetleri neydi bilemiyorum, çünkü cihazları satamadan yakalandım.” Fars haber ajansında “itirafları” yayınlanan Aştari, cihazları kendisine veren ve “Jacques, Charles ve Tony” olarak tanıdığı üç kişiyle, Tayland, Türkiye ve İsviçre’de buluştuğunu da öne sürmüştü. Mahkeme heyetinin oy birliğiyle idam cezasına çarptırılan Aştari’nin temyiz talebi, hakkındaki delillerin sabit bulunduğu ve “suç üstü” yakalandığı gerekçesiyle reddedilmişti.

Hürriyet 23 Kasım 2008

Share