Veritas lux mea

Gündüz Vassaf geçtiğimiz Pazar günü yazdığı yazıda göremediğimiz ancak bizi şekillendiren gerçeklerden bahsetti.  Daha önce yazdığı eserlerinde özellikle Cehenneme Övgü kitabında evlerimizin planlarımızın hayatımızın nasıl geçirileceğine ne kadar etki ettiğini anlatıyordu. Hatta sorduğu bir soru dün gibi aklımda:  siz hiç yatak odasında yemek yediniz mi?

Türkiye’de döndükten sonra ders verirken öğrencilerime belirli kitapları okumalarını isterim. Klasik mazeret,

– Hocam! Kitabı bulamıyoruz.

-Hangi kitapçılara baktınız da bulamıyorsunuz?

-Hocammmm D&R’larda yok! Ben baktım.

Kitapçıların ne kadar düşüncelerimizi şekillendirdiğini ya da Inceptıon filminde bahsedildiği şekliyle fikirler ekdiğini düşündünüz mü? Ne demek istiyorum biraz daha açıkca ifade edeyim. Diyelim bir kitapçıya girdiniz öncelikle orada göreceğiniz kitapların çoğu daha baştan belirli bir kritere göre seçilmiş oluyor. Bu kitaplardan anladığını düşünen ve kendince bir tarzı onaylayan diğerini görmezden gelmeyi tercih eden bir editör, kitapçının sahibinin sahip olduğu ideoloji, kitapların hangilerinn daha çok satılacağını tahmin ederek ya da gözlemleyerek sonuca varan bir satış müdürü; benim aklıma ilk gelenler. Bazı basın-yayıncılık firmaları ayrıca kitapçının da sahibi olduğu için onların şirketinin yayınladığı kitaplarda hiç bir sorgulamaya tabi olmadan sergilenme ve satılma hakkına sahip oluyor. Bu durumun beraberinde getirdiği haksız rekabete değinmek bile istemiyorum.

Gittiğiniz kitapçının sizin seçiminize ne kadar önem verdiğini bir konudaki kitap çeşitliliğinden anlayabilirsiniz. Mevlana’nın mesnevisi, Mustafa Kemal’in Nutuğu başlıklarda kaç farklı görüşe yer veren kitabı yanyana koyabildikleri bir nebze de olsa ne kadar liberal olduklarının göstergesidir. Bu aralarda kitapçılara girince düşündüğüm iki konu var. Birincisi “Yeni çıkan kitaplar” bölümüne hangi kitapların, hangi yayınevinden seçildiği ve hangi sıralamaya göre göz hizasına (ya da göz hizasının üstüne/altına ) yerleştiriliyor? Kim buna karar veriyor? Hangi konuyu gündemimize getiriyorlar? Hangi konularda okumamızı istiyorlar? Bir de kitapçıların bu tercihleri çeşitli televizyon programları ve gazetelerin, dergilerin kitap eklerindeki yazılarla  daha da vurgulanıyor.

Gelelim ikincisine ” çok satan kitaplar” bölümüne…Kime göre çok satmış? Hangi şirket bunu belirlemiş? Diyelim ki tarafsız bir kurum tarafından bu sıralama belirleniyor olsun, bu kitaplar kitapçılarda neden bir sıralama olmaksızın sıralanıyor. Aklıma bunları yazarken yüzlerce soru geliyor aklıma…

Hayatımızı ne kadar bizim? Ne kadar özgürüz bir daha düşünelim lütfen…Burada bahsettiğim kuralsızlık değil. Kızdığım nokta topluca yönlendiriliyor (manipulation) olmamız. Bu kadar güçlü bir silahı kimler kullanıyordur acaba? Son bir husus daha var. Şimdi herkes yazıyı okuyunca karşı (öteki) diye tanımladığının bunu yaptığını düşünecektir. Bence böyle bir yaklaşım, bizim dairemiz içinde olup da bizi yönlendirerek güç kazandıranların da böyle bir silahı kullanması muhtemeldir. Bu konu aklıma Focault’un “docile bodies” kavramını getirdi. Ama burada değinmeyi düşünmüyorum.

Bakalım Gündüz Vassaf ne demiş;

Yaşarken farkına varmadıklarımızca

GÜNDÜZ VASSAF
Evlerimiz küçülüyor, dolaplarmız büyüyor. Yaşam alanımız daraldı. Tükettiklerimiz çoğaldı. Kutu kutu apartman dairelerinde daracık odalar, kadınlarla erkeklere ayrı ayrı dolaplar. Mimarlarımız yeni yaşam kültürümüzü çizerken biliyorlar- yaşadıklarımızla değil tükettiklerimizle varız.
Evlerimiz küçülüyor, dolaplarmız büyüyor.
Yaşam alanımız daraldı. Tükettiklerimiz çoğaldı. Kutu kutu apartman dairelerinde daracık odalar, kadınlarla erkeklere ayrı ayrı dolaplar. Mimarlarımız yeni yaşam kültürümüzü çizerken biliyorlar- yaşadıklarımızla değil tükettiklerimizle varız. Üniversite hocasının, senaryo yazarının, tiyatro oyuncusunun, bestekarın evindeyiz. Kütüphanesi, çalışma odası, ondan da vazgeçtim, köşesi?  Sitelerin çağdaş mimarisinde soyunma-giyinme odalarımız var.  
Yaşam kültürümüzün ne zaman nasıl değiştiğinin farkına varmıyoruz.   
Psikolojik rahatsızlıklarımız çeşitlendi. Yaygınlaştı. Toplumsal normlara dönüştü.
 Ayakkabı fetişizmi yaygınlaşıyor. 
Kaç çift ayakkabınız var? Dolabımızı açtığımızda  sıra sıra ayakkabılarımızı görmenin hazzı günümüze özgü. Yatak odalarımızda, kendimizi tükettiğimiz dev aynalar karşısında hissettiklerimiz gibi. Kim farkındaydı, İstanbul’da en son ayna örtüsü çöpe atıldığında? Adı bile unutuldu.
Evliliklerimiz de farkında olmadığımız kültür değişiminin ifadesi.
Mesai saatleri dışında mesleklerini gizleyen doktorların hipokrat yeminine bağlı olmaları gibi, evlenenler de ölesiye beraberiz diye evet derken, ayrılabileceklerinin  bilincinde, ilk günden boşanma davalarına hazırlıklılar – yakınları tarafından uyarılıyorlar mal mülk haklarının korunmasında tetikte olmaları için. Günümüzde evlilik kültürü, “Ben seni mutlu ederim,”  değil, “Sen beni mutlu edebilir misin?” üzerine kurulu.
Evliliğin aşkdan çıkar ilişkisine dönüşmesinin dünya kamuoyu nezdinde sıradanlaştığını hatırlıyorum. Başkan Kennedy’nin dul eşi Jacqueline dünyanın en zengin adamı diye bilinen Onassis ile evlendiğinde, avukatları aracılığıyla  yaptıkları andlaşmada, evlilik karşılığı Jacqueline’in kendisi için üç, çocukları için birer milyon dolar alması, skandal değil haber olarak alglanmıştı. Aynı yıllar önce Türkiye’de, “Beni otomobillendirsene Ahmet,” diye erkeğine seslenen kadının rol aldığı televizyon reklamının toplumca olağan karşılanması gibi.
Üniforma kültürümüzün değiştiğinin farkında mıyız? 
 Askerler üniformalarıyla ne zamandan beri sokaklarda dolaşmıyor?
Geçtiğimiz yüzyıl savaşlarında galip gelen tarafın askerleri ülkelerine döndüklerinde törenlerle karşılanır, kendilerini sürü sepet bekleyen kızlarla sarmaş dolaş olurlardı. Ankara’da Atatürk Bulvarında hafta sonu piyasaya çıkan genç subaylar karşılıklı selamlaşırken cakalarından geçilmezdi. Günümüzde askeri diktatörlüklerde bile sivil dolaşılıyor. Cepheden dönenleri karşılayan kızlar değil onları topluma kazandırabilmeye çabalayan psikoterapistler.
Ama kimi gündelik kültürel değişimlere de, nerdeyse anlık geçmişi olsa da, çabuk mu alışılıyor?
Amerika’dan Türkiye’ye seslenen bir İslam cemaati liderinin, anayasa referendumunda “ölüler bile mezarlarından çıkıp evet demeli” diye vaaz etmesi, hava raporu dinleniyormuşcasına normal karşılanmaktan öte hocaefendinin sözleridir diye saygıyla zikredilebiliniyor.
Share

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.