Bir yolcu geçti bu handan adına Neşet deyular /Soğuk suyla yuyalar

Üzüldüm hem de çok.. Severdim.. Kendim ettim kendim buldum eyvah eyvah sözleri kulaklarımdan gitmiyor. Benim akranım olan insanların bir kısmının babasından dinlediği yokluk hikayelerini de okuyunca Radikal‘de yayınlanan bu satırları not düşmeyi boynumun borcu bildim.

Aile hayatı
Babam Muharrem Ertaş, düğünlerde, köylerde çalardı. Babam çok sevgisini belli eden bir insan değildi. Dokunmadan severdi bizi. Babam beni öpmedi ama bir defa kokladığını hatırlıyorum. Öbür kardaşlarımı bilmem ama ben kendim için diyorum. Benim küçüklüğümde gaz lambası yoktu. Karanlıkta oturulurdu. Hayvanların yem torbalarında yiyemediği saman irileri toplanır. Arada bir onlar ocağa serpilirdi. Öyle parlayan alevin ışığıyla insanlar arada bir birbirinin yüzünü görürdü. Bir ocağımız olurdu Ağzında bir şeyler yakılırdı. Yemek de ısınma da o ocakla olurdu. Titreye titreye geçirirdik kışı. Gazyağı çok sonra geldi bizim oraya. Ekmekten başka bir yiyeceğimiz yoktu, onu da bulursak. Yok öyle yağlı muğlu yemek! Karşı köyde belki bir öküz möküz ölürse onu bizim köye getirirler köylüler paylaşırdı. O zaman ancak bir et yerdik. Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk, varlığı görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim. Biz şöyleyi böyleyi görmedik ki daha iyisi için hayal kurabilelim. Evimizin köyümüzün dışından başka bir yer görmezdik ki.

‘Neşet’

Babam bir köye düğüne gitmiş. Orada oynayan çocuklardan biri hoşuna gitmiş. Kara kaş kara göz neyse sevmiş çocuğu adını sormuş o da “Adım Neşet” demiş. O sırada ben de anamın rahmindeymişim. “Oğlum olsa adını Neşet koyacağım” demiş. Dönmüş, ben dünyaya gelmişim. Adımı öyle koymuş.

‘Abdal dediğin şapkalı olur’

Başımı alıp gittim 14 15 yaşında. İstanbul ’a gittim. Orada bir iki sene pavyonda çalıştım. İstanbul ’u gördüm. İstanbul ’da şapkayla gezilmezdi. Alıştım ben de öyle yaşamaya. Kırşehir’e o zaman babamgilin oturduğu Bağbaşı Mahallesine geldim. O gün Kırşehir’in çarşısına indim herkes şapkalı ama ben alışmışım şapkasız gezmeye. Çarşıda caminin kenarında güneşe karşı oturan ihtiyarlar vardı. Onların önünden geçtim gittim. Tekrar geri dönerken aynı insanlar yine orda oturuyordu. O sırada çocuklar beni taşa tuttular. Abdal şapkasız vilayetim mahallesinde önümüzden şapkasız geçiyor diye. Kimseye ne küfür etmiştim ne de bir şey demişim. Hiç. Öyle geçip gidiyorum. Çocuklar beni taşa tuttular da orada öylece güneşlenen ihtiyarlardan biri çıkıp. “Durun ne yapıyorsunuz” demedi. Diyeceğim abdal şapkalı olur şapkasının kenarı da gözlerine kadar inik durur başı öne bakardı. Hep öyle olur ve öyle de giderdi.

‘Yugoslavya’da hapis yattım’

‘Mahpushanelere Güneş Doğmuyor’u hapishanenin iyi olmadığını anlatmak için yazdım. Ben hapishanede yattım. İnsanlar sabretsin hapse düşmesin anlamında ifadelerdi onlar “Eşim dostum hiç yanıma geliyor” derken misal orası çok kötü anlamında. Herkes sabrına hakim olsun. Hapishaneye düşmesi hapishane iyi bir yer değil anlamında. Ben Yugoslavya’da yattım. Kazaydı. Efendim geçmiş gündür, bir trafik kazası sebebiyle 3 ay yattım. Hatta Türkiye ’deki gazeteler “ Neşet Ertaş esrarengiz bir şekilde Yugoslavya’da hapse düştü” dedi. Bunu yanlış anlayıp “ Neşet Ertaş esrardan hapse düştü” şeklinde yazan bile oldu.

Günlerce iş aradım İstanbul ’da

Evet daha düğün çalmadan bağlamamı aldım. Kırşehir’den çıktım. Kırşehir’den Ankara ’ya kadar 2.5 liram vardı. Otobüs durağında indim. Orada bir çığırtkanın yanına vardım ve ona “Benim param yok İstanbul ’a gideceğim” dedim. Elimde saz vardı. “Otur bir çal” dedi bana. Başka sermayem yok. Otobüslerin çığırtkanların o gelip giden şeylerin arasında saz çalmaya başladım ona. Allah rahmet eylesin kısa boylu yüzü yanık bir genç idi. Orada dinledi minledi. Ama bir yandan çığırtkanlık yapması gerekiyordu. Gidiyordu çığırtkanlık yapıyordu, geliyordu o gelirken ben biliyordum “Çal diyordu” yine başlıyordum çalmaya. Akşama hatta gecenin yarısına kadar son otobüse kadar gitti geldi. Ben her geldiğinde başlıyordum çalıp söylemeye. “En son otobüsün arkasında şöyle bir boşluk olurdu. En son koltukların arkasından oraya beni verdi. Ayakta İstanbul ’a geldim ben işte. Geldik işte Sirkeci’ye getirdi. Gemiyle otobüs sirkeciye geçti. Benim üzerimde temiz bir elbise vardı. Sazım da var. Orada münasip olan bir otele girdim. Oraya vardım elimde saz elbisem de düzgün olunca yazdılar ismimi ondan sonra sazımı odaya koydum. Çıktım iş aramaya. Böyle caddeler üzerinde nereler varsa akşama kadar yatmadan uyumadan iş aradım ama bulamadım.
(…)

İyice acıkınca ikinci gün mü üçüncü gün mü karnımın tokluğuna iş istedim ben gittiğim yerlerde. Karnımın tokluğuna çalışayım diye. Sırf karın tokluğuna iş aradım yine bulamadım. Beşinci gün mü altıncı gün mü bilmem yine gelirken baktım Doğu İşhanı’nda Şençalar Plak diye yazıyor. Tabelasını görünce sazı aldım gittim, girdim. Onlar Behiye Aksoy’un ilk plağını okutmuşlar. Ben orada ayakta durdum. Ne için geldiniz dedi İsmail Şençalar. “Saz çalarım” dedim. “İyi otur işimiz bitsin dinleyeyim” dedi. “Çal” dedi sonra. Ben de orada babamdan biz bozlak çaldım. Sonra İsmail Şençalar bir kâğıt getirdi bana. Bize plak okuyacağın için şuraya imzala dediler. Plak başına sana 25 kuruş vereceğiz dedi. Ne verirse versin bana da, açlığımı biri sorsa diye oturuyorum orada epey durdum oturuyorum.

Share

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

*

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.