Sedef’in incisi

Mevlana’dan:

İçteki kiri su değil, ancak gözyaşı temizler.

Önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış.

İnsan yüzlü pek çok şeytan var, her ele el vermemek gerek.

Bir kimseyi tanımak istiyorsan düşüp kalktığı arkadaşlarına bak.

Doğrudan nasihat, kişiyi yaralar.

Hayatta muvaffak olmak için üç şey lazımdır: Dikkat, intizam, çalışma.

Akl, aşk ve can! Bu üçü üçgendir. Her derde çare, her yaraya merhemdir.

Komşularından av kapmak aslanlara ayıptır, köpeklere değil.

Dünya âlimin kıymetsiz oyuncağı, delinin de değerli salıncağıdır.

Aşksız olma ki, ölü olmayasın Aşk ile öl ki, diri kalasın…

Topraktan biten güller solar gider,
gönülden biten güller daimidir.

Eşekten şeker esirgenmez ama eşek
yaratılışı bakımından otu beğenir.

Pisler, pisliklerini yapar ama
sular da temizlemeye çalışır.

Nasıl olur da deniz, köpeğin ağzından pislenir,
nasıl olur da güneş üflemekle söner?

Irmak suyunu tümden içmenin imkânı yok ama
susuzluğu giderecek kadar içmemenin de imkânı yok.

Birisi güzel bir söz söylüyorsa bu,
dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir.

Birinin başına toprak saçsan başı yarılmaz.
Suyu başına döksen, başı kırılmaz.

Toprakla, suyla baş yarmak istiyorsan,
toprağı suya karıştırıp kerpiç yapman gerek.

Kabuğu kırılan sedef üzüntü vermesin sana,
içinde inci vardır.

Share

Sorular ve Cevaplar arasında Türkiye-İran

Bir mesaj ve  bir istek benden aşağıdaki soruları cevaplamamı istediler. Hayır demeyi yine beceremedim. Kalemin zayıflığıyla ve idrakimin bütün düşüp kalkmalarıyla aşağıdaki cevapları verdim. Orjinal web sayfasını ziyaret edebilirsiniz.


1-     Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “İran, Türkiye’nin böyle bir arabuluculuk üstlenmesini istiyor. Eğer Amerika’da bizim bu arabulucu rolümüzü onaylarsa biz bunu yapmaya hazırız” Erdoğan’ın, The Guardian’daki bu açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

2-     Bu tür bir arabuluculuk misyonunu almalı mıyız, almamız bize neler kazandırır ya da kaybettirir?

3-     İran- ABD arasındaki pozisyonu Filistin ile İsrail yada Hamas ile hükümeti kurmakla görevlendirilen Netanyahu açısından nasıl ilişkilendirebiliriz?

TÜRKİYE’NİN BU GÖREVİ ÜSTLENEBİLECEK TEK ÜLKE OLDUĞU ALGISI GENEL ANLAMDA YANILSAMADIR

Türkiye’de tek başına iktidara gelen AKP yönetimi, ilk günden itibaren dış politikayı yeni bir raya oturtmak için büyük gayret gösteriyor. Türkiye’nin Dış Politika tarihi göz önüne alındığında proaktif (kendiliğinden harekete geçen) bir siyaset izlediğini biliyoruz. Özal döneminde benzer cesur adımlar atılmış ancak stratejik plansızlık tutarsız sonuçlar ortaya koymuştur. Körfez harekatına destek vermek bunlardan birisiydi. AKP iktidarı yönetime geldiği ilk günden beri çok boyutlu dış politika yaklaşımlarında ülkemizin coğrafi konumu gereği merkez ülke olacağı algısıyla stratejilerini inşa ettiler. Bunun devamı olarak da komşularıyla sıfır problem ilkesini benimsediler. Bir sonraki adım yakın ve uzak komşularla ilişkilerin boyutlandırılarak, daha önce kurulmamış ilişkiler inşa etmek olacaktır. Bütün dış ilişkilerin çok boyutlu olarak yapılandırılması gerektiği düşüncesi Davutoğlu’nun Stratejik derinlik kitabında ısrarla vurguladığı noktalardan birisidir. Bu seviyedeki zihinsel yapılanma Türk Dış Politikasının ihmal ettiği ritmik ilişkileri de unutmamıştır. Böylece kurulan bütün ilişkiler farklı şekillerde devam ettirilmeye çalışılmıştır.
AKP dış politikasına baktığımızda (Makro manada Türkiye’nin 2002 sonrası dış politikası) Orta Doğu’nun diğer bütün hükümetlerden farklı olarak algılandığını görüyoruz. Merkez ülke (aktör) olma yaklaşımının bir parçası olarak Orta Doğu’nun önemli bir yere sahip olmasını reel politika açısından anlamakta hiç zorlanmıyoruz. Soğuk Savaş döneminde temeli atılan çatışmalar etkisini günümüzde bile sürdürmektedir. Bölge bir anlamda uluslararası sistemin gerginliğini arttıran zemberek olarak görev yapmaktadır. Durum böyle olunca bölgedeki güvenlik problemleri genelde bütün uluslararası sistem aktörlerini özelde Türkiye dahil bu alandaki ülkeleri etkilemektedir. Son dönem dış politikasına Orta Doğu’nun güvenliğinin sağlanması, özellikle de herhangi bir grup ve ülke gözetilmeden bunun gerçekleştirilmek istenmesi damgasını vurmuştur. Bunu sağlayabilmek için çatışma çözüm teknikleri ve uzlaşma metotlarının çalıştırılabileceği görüşme ortamlarının sağlanması için Türkiye müteşebbis olarak ortaya çıkmıştır. Arabuluculuk bu anlayışın uygulamalarından birini göstermektedir. Türkiye’nin bu görevi üstlenebilecek tek ülke olduğu algısı genel anlamda yanılsama olsa da içinden geçtiğimiz dönem için bulunan boşluğu doldurmaktadır. Bu nokta aynı zamanda Türkiye’nin bölge dışından aktörlerin Orta Doğu’ya ait güvenlik girişimlerine ortak olmasını istemediğini de belirtmeliyim. Ancak bunu engelleyecek gücü olmadığı için, arabuluculuk imkanlarını hızlı değerlendirerek sürece bölge dışı aktörlerin girmesine kısmen engel olmaya çalışmaktadır. Güvenlik süreçlerinin ve çatışma çözümlerinin sonuca oluşabilmesi için bölgedeki ülkelerin ekonomik bağımlılıklarının da geliştirilmesi gerektiğini fark eden Türkiye, bu sebeple ekonomik gelişmelere de önderlik etmeye çalışmaktadır. Orta Doğu’daki ekonomik dengesizlikler bölgedeki tansiyonu yükseltmekte ve çatışma için uygun ortamlar hazırlamaktadır. Son dönem Türk dış politikalarında gördüğümüz en önemli değişiklik bölgedeki çoğulculuk anlayışını yerleştirmek ve kültürel varlıklarının devamını sağlamak olmuştur. Bunun için Türkiye’nin Irak meselesindeki Kürtler konusuna yaklaşımı görmeye alıştığımızdan farklı olmuştur, daha esnek ve uzlaşılabilir stratejiler takip edilmiştir ve edilmektedir.

Bütün bu altyapı üzerine Başbakan’ın İran’a arabuluculuk beyanatını koyduğumuzda toplam açıkça görülmektedir. Türkiye bölgedeki barışın sağlanması için gerekli zamanı harcamaya hazırdır. Büyük stratejisinin bir parçası olarak değerlendirdiğimizde realize edilmesi mümkündür. Ancak bu fikrin hayata geçirilmesi için diğer aktörlerin de Türkiye’nin bu rolünü onaylamış olması gerekmektedir. Öncelikle Başbakan beyanatında İran’ın bu rolü Türkiye’ye verdiğini ama ABD’nin isteyip istemediğinin belirleyici unsur olacağını belirtiyor. Türkiye ile İran arasında tarihsel olarak devam eden bir güven problemi olduğu bilinmektedir. İran, Türkiye’nin eski ve yeni dönem dış politikaları konusunda gayet bilgilidir. Ülkemize ait bütün gelişmeleri dikkatle takip etmektedir. Ancak Türkiye’nin İran bilgisi ilkokul seviyesini geçmemektedir. Dolayısıyla böyle bir role soyunmadan önce İran’daki bütün politik elitlerin Türkiye’nin arabuluculuğunu onayladığından emin olunmalıdır. İran gazetelerinin bir kısmında yapılan açıklamalarda Türkiye’den böyle bir istekte bulunmadıklarını ifade etmişlerdir. Türkiye’nin böyle bir role hazır olduğunu belirtmek amacıyla Başbaka’nın bu beyanatı verdiğini zannediyorum. Ancak bu role kaybetme riskinin getirip götürecekleri de dikkate alınmalıdır. Ayrıca yaz başında yapılacak seçimlerin sonuçlarını da şimdiden değerlendirecek vizyona sahip olmamız gerekmektedir. Kanaatimce böyle bir arabuluculuk Türkiye’nin bölgedeki gücünü arttıracaktır. Ancak problemleri şimdiden görebilmek uluslararası ilişkiler teorisi ve uygulamasının bir gereğidir.

ARABULUCUK  SÜRELERİ ZAMAN KAZANMAK İÇİN KULLANILABİLİR

Türkiye daha önce de benzer arabuluculuk rolünü üstlenmiştir. Suriye-İsrail, Pakistan-İsrail arasında farklı zamanlarda arabuluculuk faaliyetleri yapılmıştır. Ayrıca Türkiye 2004 yılında Avrupa Birliği’ni temsilen Javier Solana tarafından yürütülen nükleer zenginleştirme faaliyetlerini durdurma görüşmelerinde ev sahipliği yapmış ve kısmen arabuluculuk deneyiminde bulunmuştur. Bu deneyimin tecrübesinden dolayı yeni fırsatları daha rahat kabul etmektedir. Türkiye bölgede nükleer güçlerin varlığından rahatsız olmaktadır. Bu konudaki net tavrını mümkün olduğunca göstermeye çalışmaktadır. Nükleer enerji ile silahlanma yaklaşımlarının net çizgilerle birbirinden ayrılması gerektiğini düşünmektedir. Dolayısıyla İran’ın bu girişimine biraz da kuşkuyla yaklaşmaktadır. Orta Doğu’nun güvenliğini şiar edinmiş bir dış politika yaklaşımının, nükleer silahları özendirmenin bir rekabet ortamı yaratacağı ve bölgedeki silahlanmayı arttıracağı yaklaşımıyla hareket etmektedirler. Türkiye bölgedeki nükleer zenginleştirmenin silahlanmaya dönüşmesinden çekinmektedir. Bu yüzden arabuluculuk sürecine girerek, bölge güvenliğini arttırmak istemesi anlamlıdır. Ayrıca Türkiye’nin İran’la stabil ilişkilerinin olmasının ve arabuluculuk faaliyetinin gerçekleştirilmesinin, ülkemize farklı kazançlar getirmesi mümkündür. Türkiye İran’la ekonomik ilişkilerini her alanda derinleştirmek istemektedir. İki ülke arasındaki faaliyetlerin artması, tarihi güvensizlik problemi için de çözüm olabilir. Ancak ekonomik faaliyetlerin en önemli kalemlerini enerji oluşturmaktadır. Türkiye’nin enerji güvenliği politikası olmamasına rağmen İran’la başta doğalgaz olmak üzere bütün enerji kalemlerinde potansiyel ticaret ilişkimizin olması muhtemeldir. Arabuluculuk faaliyetlerimizin enerji güvenliğimize katkıda bulunması muhtemeldir. Ayrıca Ermenistan ile Türkiye arasındaki problemlerin çözülmesinde İran’ın arabulucu olarak kullanılması gibi bir durum da mevzubahistir. Kazançları çok görülmekle birlikte Türkiye’nin bu arabuluculuk eyleminde mümkün olduğunca şeffaf politikalar takip etmesi göremediğimiz problemler için de faydalı olacaktır. İran’ın yüzyıllara dayanan bir diplomasi geleneği olduğu unutulmamalıdır. Olayları mümkün olduğunca germek ve kopma noktasında gevşetmek olan politikalarıyla tanıdığımız İran politik elitlerinin yaptığı ya da yapacağı açıklamalarla durumun olduğundan daha da gerginleşmesi de mümkündür. Ayrıca Türkiye’nin arabuluculuk sürecinde dikkate alması gereken konulardan birisinin de arabuluculuk süreçlerinin zaman kazanmak için kullanılabildiği olmalıdır. Türkiye-İran ilişkilerinde arabuluculuktan doğacak zarar sanıldığı kadar açık ve görülebilir olmayabilir.

İSRAİL HÜKÜMETİ’NİN HAMAS’I TANIMAMASI İLE İRAN-ABD İLİŞKİSİNİ KIYASLAMAK ELMA İLE ARMUTU KIYASLAMAK GİBİDİR

Barack Obama öncesinde ABD’nin Orta Doğu politikası en kolay anlaşabildiği ve konuşabildiği aktörlerle birlikte hareket etmek üzerineydi. Ayrıca, bölgedeki problemleri izole ederek çözmeye çalışmak takip ettikleri politikalardan birisidir. İsrail ve Hamas arasındaki ilişki ABD’nin bu yaklaşımının devamıdır. Bunun yanında burada kısaca açıklanamayacak kadar derinliği olan tarafları da vardır.
Bence son İsrail Hükümeti’nin Hamas’ı tanımaması ile İran-ABD ilişkisini kıyaslamak armut ile elma’yı karşılaştırmak olacaktır. Bu yüzden ikisini ilişkilendirmek doğru olmaz sanırım. İran’la ABD arasındaki ilişkide İsrail’in katkısı var mı sorusu daha yerinde olur. Son ABD hükümeti’nin İran politikası daha ziyade konuşmamak, yok saymak ve gerilimi tırmandırmak şeklinde icra edilmiştir. Güç kullanma eğilimi temelde hep fazla olmuştur. Türkiye’den arabuluculuk istenmesi bir görüşme imkanının olduğunu göstermektedir. Obama’nın Cumhurbaşkanı ve Başbakanı arayarak Türkiye’nin bölgedeki tavrını desteklediğini belirtmesi de önemli bir adımdır. Muhtemel bir uzlaşma zeminin varolması bile, ABD’nin yeni hükümetinin İran’a yönelik politikasının değişmekte olduğunun sinyallerini vermektedir. Bu politikasının daha uzlaşmacı ve bölge dinamiklerini dikkate alan bir tavır olacağını da zannediyorum.

Share

Yahad Natzliah!*

(Bütün hikaye İsrail’in seçim yapmasıyla başladı. Bir akademisyen arkadaş aracılığıyla Taraf gazetesi seçimleri değerlendiren bir yazı istedi. Ben de elimden geldiğince yazdım. Gönderdim ancak gel zaman git zaman bir ses gelmedi. Israrla sorunca “her taraf” editörü, yazıyı yayınlayamayacaklarını ve sebeplerini daha uzun bir e-posta ile anlatacaklarını belirttiler. Ancak onun da yakında geleceğini zannetmiyorum. Ben de sizin bilginize sunuyorum.)


İnsanı diğer canlılardan ayıran niteliklerin başında tercihte bulunması ve seçim yapması gelmektedir. Bu seçimler hele de geleceğimizi şekillendirecek gücü belirlemek için yapılıyorsa daha da önem kazanmaktadır. Bütün dünya 2008 yılını  Amerika Birleşik Devletleri’nin seçim yarışını takip ederek uğurladı. Hatta Kenya’nın Kogelo köyündeki insanlar Amerika’da yaşamamalarına rağmen bu seçime taraf oldular. Global dünyamızda artık yerel seviyede yaptığımız tercihlerin bedelini sadece biz değil, bütün insanlar o ya da bu şekilde ödemektedir. Söz konusu Orta Doğu olduğunda bu durum daha da farklı bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Irak, Filistin, İsrail ve İran seçimlerinde oy kullanan herkes sadece kendi yönetimlerini belirlemekle kalmamış; Orta Doğu’yu hatta dünyayı ilgilendiren tercihler yapmıştır ve yapacaktır. Bu perspektifle değerlendirğimizde 10 Şubat’ta gerçekleşen İsrail seçimleri daha da önem kazanmaktadır. Ayrıca İsrail’in bölgesel politik sistem içinde yer almasına rağmen, sistem dışı bir aktör gibi davranması da seçimlerin sonuçlarını kritik hale getirmektedir.
İsrail’de yapılan seçimler 26 Ekim 2008 ‘de Kadima partisinin genel başkanlığına seçilen Tzipi Livni’nin Başkan Peres’le yaptığı görüşmede “varolan koalisyon hükümetiyle yoluna devam etmek istemediğini” belirtmesiyle ortaya çıktı. Peres genel seçim tarihi olarak 10 Şubat 2009’u belirledi. 6 milyona yaklaşan seçmen rakamıyla ve 34 parti (ya da farklı politik grupların oluşturduğu listelerle) seçime gidildi. Geçtiğimiz seçimlere göre daha istekli ve kararlı bir seçmen grubu olduğunu gördüğümüz seçimlerde sonuçlar resmen 18 Şubat 2009’da açıklandı. Bu sonuçlara göre Kadima 120 sandalye’den 28 sandalyeyi kazanarak seçimin en yüksek oy alan partisi oldu. Likud Kadima’yı 27 sandalye ile takip etti. Yeni meclisin 2 Mart 2009 tarihinde toplanması bekleniyor. Kadima, 2005 yılında İsrail’in Gazze’den çekilmesini kabul etmeyen Likud partisi’nden ayrılan bir grup tarafından kuruldu. Benyamin Netanyahu tarafından başkanlığı yürütülen Likud partisinin geçmişine baktığımızda İngiliz Mandasına karşı savaşan Irgun örgütünün temelde yer aldığını görüyoruz. Şahin politikalarıyla tanınan parti bu seçimlerde Kadima karşısında büyük başarı elde etti. İsrail politik hayatı için yeni bir isim olmayan Netanyahu, 1996-1999 yılları arasında başbakanlık ve Sharon hükümeti koalisyonunda 2003-2005 yılları arasında Maliye bakanlığı yaptı.
Seçimin bu çekişmeli iki rakibinden hemen sonra Ehud Barak’ın liderliğinde İşçi Partisi gelmektedir. Göreceli olarak merkeze yakın sol’da yer alan partinin son seçimlere göre %5’lik bir oy kaybı olduğunu görüyoruz. Bu oy kaybı Ehud Barak’ın son hükümette aldığı görevler ve uygulamalardaki performasına bağlı olarak açıklanabilir. İsrail’in bütün koalisyonlarının pazarlıklarının tamamlayıcı cüzü olarak bilinen Şas partisi de bu seçimlerde %9’luk bir oranla 11 sandalyeyi elde etti. Ruhani liderleri Haham Ovadia Yosef tarafından politikaları belirlenen din ağırlıklı yaklaşımlara sahip parti, 2006 seçimlerinde de aldığı kemikleşmiş oylarla Knesset’te (İsrail Parlementosu) 12 sandalye ile temsil edildi. Şas partisi şimdiye kadar yaptığı bütün koalisyon pazarlıklarında İçişleri ve Eğitim bakanlığını elde etmek için ısrar etti. Büyük oranda da istekleri kabul görmüştür.
İsrail’in bu seçimlerinin en konuşulan partilerinden birisi de Avigdor Lieberman’ın başkanlığındaki Yisrael Beiteinu (İsrail Evimiz) partisiydi. Lieberman duruşu ve politik geçmişiyle oluşabilecek herhangi bir koalisyonun en farklı üyelerinden birisi olacağını zannediyorum. Gençlik yıllarında Haham Meir Kahane’ın ruhani liderliğini yaptığı aşırı sağcı Kach Partisi’nin gençlik kollarında ve Likud partisinde görev almış Lieberman 2003 seçimlerinde Milli Birlik listesinden meclise girdiğinde Ulaştırma Bakanlığı yapmıştır. Ancak 2005 yılında Gazze’den çekilme planlarına karşı çıkınca Sharon’la anlaşmazlığa düşmüş ve hükümetten ayrılmak zorunda kalmıştır. 2006 yılında yapılan seçimlerde 11 koltuk’a sahip olarak önemli bir başarıya adım atan Lieberman Rus kökenli göçmenleri temsil etmektedir. Üç temel politika üzerinden kendilerini tanımlamaktadır: İsrail’e göç edilmeli, toprağımız korunmalı ve yerleşimler kurulmaya devam edilmeli.
Bu başlıca katılımcıların dışında Meretz, Habayit HaYehudi (Yahudi Evi), Milli Birlik, Birleşik Torah Yahudiliği, Hadash (Yeni), Birleşik Arap listesi, Balan ve Yeşiller Partisi seçimde rekabet etti. Bu partiler toplamda on yedi sandalye ile temsil edilme hakkına eriştiler.
Seçimler sonrasında iki önemli soru ortaya çıkmaktadır. Likud partisi’nin yükselmesini sağlayan unsur nedir ? Hangi parti(ler)nin koalisyonda yer alması beklenir? Bu soruları takiben cevap bekleyen diğer bir soruda İsrail’deki hükümet değişikliğinin bölgesel ve dolayısı ile global etkisi olan Filistin meselesi’ni nasıl etkileyeceğidir.
İsrail’deki iç politikanın gidişatını belirleyen belli başlı dinamikleri: Filistin meselesine bağlı olarak güvenlik, Yahudi yerleşimleri, göçmenler ve ekonomik kriz olarak saymak mümkündür. Ariel Sharon sonrasında Kadima özellikle 2006 Filistin seçimlerinden zaferle çıkan Hamas’a karşı dışlayıcı bir tavır içine girerken, Hamas’ın Gazze dışına roketler atmalarına engel olamadıkları gibi grubun siyasi sisteme girme çabasını da yumuşama belirtisi olarak algılamadı. Öte yandan Fatah’la rahatça konuşabildikleri için hesapsız yapılan hamleler güvenlik probleminin Gazze meselesi olarak hükümetin önüne gelmesine sebep oldu. Ayrıca Filistinliler arasında bir iç savaşın çıkmasını destekleyen (en azından ses çıkarmayan) tutumun yanısıra, Hamas’ı dışlayan ama geçici ateşkesler de yapan Kadima hükümetinin plansız ve dengesiz güç kullanımı Şahin politikaları benimsemiş Netanyahu için beklediği fırsatı oluşturdu. Tarihi perspektiften değerlendirildiğinde İsrail toplumu için “kendilerini güvende hissetme duygusu”nun esas olduğu bilinmektedir. Beersheva, Sderot gibi  Gazze’ye komşu şehirlere Hamas roketlerinin atılması, İsrail halkının güvenlik endişelerini tetikledi. Uzun zamandır planlanan saldırıların hemen seçim öncesinde gerçekleştirilmesi Kadima’nın Likud karşısında bütün hatalarıyla birlikte kıl payıyla öne geçmesine yardım etti. Seçimlerin öncesinde Kadima’nın başkanı Livni verdiği beyanatta, seçim sonuçlarının öğrenir öğrenmez hem Likud hem de İşçi Partisi ile koalisyon kurmaya çalışacaklarını belirtmişti. Ancak Kadima’nın önceki hükümetteki pek parlak olmayan profili gözönüne alındığında, kendisiyle koalisyon yapacak parti bulmakta zorlanacağını tahmin ediyorum. Sonuçlara da bakıldığında Netanyahu’nun kendisiyle ittifaka hazır 66 sandalye’ye sahip olduğunu görüyoruz. Bu sebeple Likud partisinin bir koalisyon hükümeti oluşturması muhtemel gibi gözüküyor. Böyle bir koalisyonun diğer iki ortağının da Yisrael Beiteinu ve Şas partisi olması bekleniyor.
Likud önderliğinde kurulacak hükümette Şas partisi yine İçişleri bakanlığını isteyecektir. Seçim öncesinde Yisrael Beiteinu partisinin Savunma bakanlığını almak istediği yönünde beyanatlar gazetelerde yayınlanmıştı. Netanyahu bu kadar önemli bir bakanlığı Lieberman’a vermeyeceğini belirtti. Politik durum gereği vermesi halinde Filistin meselesine karşı hükümetin tavrı, Netanyahu’nun kaldırabileceğinden bile sert olacaktır. Geçtiğimiz dönem ve oluşması muhtemel hükümet bir arada değerlendirildiğinde, gelecek yönetimin gündemlerinin birinci maddesini Filistin problemi ve güvenliğin oluşturacağını tahmin etmek zor olmayacaktır. Hatta bu dönemde Hamas’ın üzerine daha fazla gidileceğini zannediyorum. Ancak Netanyahu’nun Kadima hükümetinin yaptığı gibi Batı Şeria ve Fatah grubuna yakın olacağını da zannetmiyorum. Hemen burada belirtmek isterim ki, bu yaklaşım İsrail’in Filistin meselesine her zaman olduğundan daha katı politikalar takip edeceği manasına gelmemektedir, ama caydırıcılık ve karşılıklılık açısından tavizsiz olmalarının mümkün olduğunu ifade etmeliyim.  Güvenlik problemi’nin ortaya çıktığı bir dönemde İsrail’e yabancı yatırımlar azalacak ve turizmde gerileme yaşanacaktır. Her ne kadar Camp David Anlaşması gereği İsrail’e verilen ABD hibesi olası ekonomik kayıpları kısmen karşılayabilecek kapasitede olsa da, ülkenin bu durumdan etkileneceği neredeyse kesindir. Ama Netanyahu’nun en iyi olduğu konuların başında ekonominin geldiği de unutulmamalıdır. Seçim öncesi açıklamalarında Netanyahu, Filistin ekonomisine yardım ederek daha sağlam bir zemine kurulmuş barış ekonomisini sağlamak istediğini belirtmişti. Eğer bu hedefine ulaşabilirse çatışma zeminindeki çözümleri bir yana iterek uzun vadede sonuçlarını göreceği uzlaşma ortamının taşlarını döşemiş olacaktır. Türkiye’nin de Eretz projesi dahilinde böyle bir yapılanmaya ortaklık yapmak istemesi olasıdır.
Dolayısıyla uluslararası ilişkiler yaklaşımıyla bölgesel seviyede baktığımızda Netanyahu hükümeti’nin Filistin’e karşı takınacağı tavır İsrail’in sistemdeki yerini belirleyecektir. Filistin problemi son dönemlerinde siyasi bir çatışma olma seviyesinin ötesine geçerek bölgesel ve hatta global manada vicdani bir mesele haline gelmiştir. Netanyahu hükümetinin önünde iki yol gözükmektedir. Bunlardan birincisi Batı Şeria ve Gazze’deki siyasi erk’i bir bütün olarak görmek ve yapıcı barış sürecinde problemin çözümü için adımlar atmaktır. Ancak bunun Lieberman’ın olduğu bir hükümette çok da rahat şekilde gerçekleştirilebileceğine inanmıyorum. Tam tersi sert politikaların İsrail’i bölgede yalnızlaştıracağı ve müttefiki ABD’nin Obama hükümeti ile karşı karşıya getireceği ihtimali de gözardı edilmemelidir. Bu yüzden Netanyahu’nun bölgesel güvenlik unsurlarını gözönüne alarak Suriye ile Türkiye önderliğindeki barış sürecini yeniden canlandırmak istemesi olasıdır. Aynı zamanda Pakistan ile sürdürdüğü gayrı resmi görüşmelere devam etmesi ve İran’la Obama yönetiminin yumuşama sinyalleri doğrultusunda ılımlı ilişkiler inşa etmeye çalışması beklenmektedir.
İran’daki gelecek seçimlerin sonucu da bölgedeki tansiyonu hesaplarken dikkate alınması gereken unsurların arasında gelir. İran’la ılımlı ilişkiler İsrail’e Lübnan tehdidini hafifletmesi için beklediği fırsatı sunacaktır. Tüm bu denklemler doğrultusunda çevresindeki problemleri çözümlemiş İsrail’in, Filistin meselesinde daha sert adımlar atması beklenebilir. Ümit edelim ki, Netanyahu seçmenlerinin isteklerini okuyabildiği gibi bölgedeki ülkelerin de beklentilerini anlayabilsin.

*“Birlikte yapabiliriz” anlamına gelmektedir. Likud partisi’nin kullandığı İbranice sloganlardan birisidir.

Share