Mühendisler ve sayılar

Esas suç Osmanlı’nın ! Belki abartıp Avrupa’lı devletlerin demeliyiz…Hikaye şu…Modernleşmeyle birlikte teknolojik yenilikler yüzünden Osmanlı, devletler rekabetinde geride kaldı. Bu geri kalmışlığı atlatmanın yolunun teknolojik yenilenme olduğunda emin olan rical (devlet adamları) bir çözüm buldular: Hendese..

Nedir hendese?

“Farsça,. Andaâhten veya Andazidan fiil kökünden geliyor. Büyüklük, ölçü anlamına gelen ve geometri yerine de kullanılmış olan Andaze ismi de bu fiil kökünden gelmektedir. Arablar Andaze’nin başına ‘h’ harfi getirerek “hendese” sözcüğünü yapmışlar. Hendese sözcüğünden de mühendis sözcüğünü türetmişlerdir. Arablar geometri ilmi ile uğraşanlara “el-mühendis” adını verdiler ” (“Mühendislik, Teknoloji ve Tarih” , Mimar ve Mühendis Dergisi,Sayı:30, Sayfa: 6-14, 2001, İstanbul)

Evet, Osmanlı askerlerden mühendisler yetiştirmeye başladı. Bu ülkenin ilk batılı eğitim gören insanları mühendishane-i berr-i hümayun ve mühendishane-i bahri hümayun’dan mezun oldular. Keşke olmaz olsalardı diyeceğim ama dilim varmıyor.

Tabii bu gelenek Cumhuriyet’in kuruculularıyla günümüze kadar taşındı. Bu gün herkes mühendis olmak istiyor. Siz hiç aşçı olmak isteyen bir çocuk gördünüz mü? Eğer duyduysanız bana da haber verin. Ülkemizin sayılı ve değerli liseleri de yetiştirdikleri mühendislerle övünür..

Daha acı olan ise bu liselerden mezun olup mühendis olmayanlar her daim aşağılanmaya mecburdur. Hatta bu ülkede mühendis olmayana kafası çalışmayan olarak bakılır. Ne var ki ülkemizdeki bu zeki(!) insanlar öyle bir eğitim sürecinden geçerler ki bütün zihni esneklikleri neredeyse yok edilir. En azından bazıları mesleklerinin ve sayıların faşizmi içinde var olurlar. Çoğunluğu da araştırma yapmak ya da teknolojiler geliştirmek yerine pazarlamacılık yaparlar.

Sayısal olarak kayda değer bir bölümü de kitap yazar, araştırmalar yapar, bir müzik aleti çalar, resim yapar, vs. vs..

Bana sorarsanız ülkemizin çektiklerinin temelindeki bu zihniyet var. Mühendis iktidarların geliştirdiği politikaların ucu toplum mühendisliği yapmaya kadar gitti.

Ben mühendislere karşı değilim.. Ben dünyanın onların etrafında dönüyor olduğunu zannetmelerine karşıyım. Ben insanları bir yana koyup herşeyi istedikleri gibi yönlendirebileceklerine inanmalarına karşıyım.

Esasında ben insana saygı göstermeyen insanlara karşıyım…

Not: Sonradan aklıma geldi. Şimdi orada birileri benim için, kedi ulaşamadığı ciğere murdar der demesin diye söyleyeyim istedim. Ben mühendis olmak istemediğim için mühendis değilim. Yoksa matematik ve fen netlerim yetmediği için değil!

Share

Kime ne?

Her Ramazan ayı benim için gözlem vaktidir. İnsanlarımızın din ile ilişkisi ve nasıl algıladıkları dikkat çekmeyen ancak çok önemli bir konudur. Bu yıl bence iftarları hangi beş yıldızlı otelde yapıldığı damgasını vurmuyor. Eğer hala bir fikriniz yoksa, bu sene uzunluk ölçüleriyle tanımlanan iftar sofraları moda…

Nesimi’nin beyitleri anlayana için aşağıdadır.

ben melâmet hırkasını kendim geydim eynime
(haydar şahım, kendim geydim eynime)
arü namus şişesini taşa çaldım kime ne
(haydar şahım, taşa çaldım kime ne)

gâh çıkarım gök yüzüne seyrederim âlemi
gâh inerim yer yüzüne yâr severim kime ne

gâh giderim medreseye ders okurum hak için
gâh giderim meyhaneye dem çekerim kime ne

gâh giderim öz bağıma gül dererim yâr için
ben yetirdim o yâr için ben toplarım kime ne

sofular haram demişler bu aşkın şarabına
ben doldurur ben içerim günah benim kime ne

sofular secde ederler mescidin mihrabına
yar eşiği secdegâhım yüz sürerim kime ne

kelp rakip böyle diyormuş güzel sevmek pek günah
ben severim sevdiğimi günah benim kime ne

ey nesimi sorsalar kim yârin ile hoş musun
hoş olayım olmayayım o yâr benim kime ne

Nesimi

Share

Veritas lux mea

Gündüz Vassaf geçtiğimiz Pazar günü yazdığı yazıda göremediğimiz ancak bizi şekillendiren gerçeklerden bahsetti.  Daha önce yazdığı eserlerinde özellikle Cehenneme Övgü kitabında evlerimizin planlarımızın hayatımızın nasıl geçirileceğine ne kadar etki ettiğini anlatıyordu. Hatta sorduğu bir soru dün gibi aklımda:  siz hiç yatak odasında yemek yediniz mi?

Türkiye’de döndükten sonra ders verirken öğrencilerime belirli kitapları okumalarını isterim. Klasik mazeret,

– Hocam! Kitabı bulamıyoruz.

-Hangi kitapçılara baktınız da bulamıyorsunuz?

-Hocammmm D&R’larda yok! Ben baktım.

Kitapçıların ne kadar düşüncelerimizi şekillendirdiğini ya da Inceptıon filminde bahsedildiği şekliyle fikirler ekdiğini düşündünüz mü? Ne demek istiyorum biraz daha açıkca ifade edeyim. Diyelim bir kitapçıya girdiniz öncelikle orada göreceğiniz kitapların çoğu daha baştan belirli bir kritere göre seçilmiş oluyor. Bu kitaplardan anladığını düşünen ve kendince bir tarzı onaylayan diğerini görmezden gelmeyi tercih eden bir editör, kitapçının sahibinin sahip olduğu ideoloji, kitapların hangilerinn daha çok satılacağını tahmin ederek ya da gözlemleyerek sonuca varan bir satış müdürü; benim aklıma ilk gelenler. Bazı basın-yayıncılık firmaları ayrıca kitapçının da sahibi olduğu için onların şirketinin yayınladığı kitaplarda hiç bir sorgulamaya tabi olmadan sergilenme ve satılma hakkına sahip oluyor. Bu durumun beraberinde getirdiği haksız rekabete değinmek bile istemiyorum.

Gittiğiniz kitapçının sizin seçiminize ne kadar önem verdiğini bir konudaki kitap çeşitliliğinden anlayabilirsiniz. Mevlana’nın mesnevisi, Mustafa Kemal’in Nutuğu başlıklarda kaç farklı görüşe yer veren kitabı yanyana koyabildikleri bir nebze de olsa ne kadar liberal olduklarının göstergesidir. Bu aralarda kitapçılara girince düşündüğüm iki konu var. Birincisi “Yeni çıkan kitaplar” bölümüne hangi kitapların, hangi yayınevinden seçildiği ve hangi sıralamaya göre göz hizasına (ya da göz hizasının üstüne/altına ) yerleştiriliyor? Kim buna karar veriyor? Hangi konuyu gündemimize getiriyorlar? Hangi konularda okumamızı istiyorlar? Bir de kitapçıların bu tercihleri çeşitli televizyon programları ve gazetelerin, dergilerin kitap eklerindeki yazılarla  daha da vurgulanıyor.

Gelelim ikincisine ” çok satan kitaplar” bölümüne…Kime göre çok satmış? Hangi şirket bunu belirlemiş? Diyelim ki tarafsız bir kurum tarafından bu sıralama belirleniyor olsun, bu kitaplar kitapçılarda neden bir sıralama olmaksızın sıralanıyor. Aklıma bunları yazarken yüzlerce soru geliyor aklıma…

Hayatımızı ne kadar bizim? Ne kadar özgürüz bir daha düşünelim lütfen…Burada bahsettiğim kuralsızlık değil. Kızdığım nokta topluca yönlendiriliyor (manipulation) olmamız. Bu kadar güçlü bir silahı kimler kullanıyordur acaba? Son bir husus daha var. Şimdi herkes yazıyı okuyunca karşı (öteki) diye tanımladığının bunu yaptığını düşünecektir. Bence böyle bir yaklaşım, bizim dairemiz içinde olup da bizi yönlendirerek güç kazandıranların da böyle bir silahı kullanması muhtemeldir. Bu konu aklıma Focault’un “docile bodies” kavramını getirdi. Ama burada değinmeyi düşünmüyorum.

Bakalım Gündüz Vassaf ne demiş;

Yaşarken farkına varmadıklarımızca

GÜNDÜZ VASSAF
Evlerimiz küçülüyor, dolaplarmız büyüyor. Yaşam alanımız daraldı. Tükettiklerimiz çoğaldı. Kutu kutu apartman dairelerinde daracık odalar, kadınlarla erkeklere ayrı ayrı dolaplar. Mimarlarımız yeni yaşam kültürümüzü çizerken biliyorlar- yaşadıklarımızla değil tükettiklerimizle varız.
Evlerimiz küçülüyor, dolaplarmız büyüyor.
Yaşam alanımız daraldı. Tükettiklerimiz çoğaldı. Kutu kutu apartman dairelerinde daracık odalar, kadınlarla erkeklere ayrı ayrı dolaplar. Mimarlarımız yeni yaşam kültürümüzü çizerken biliyorlar- yaşadıklarımızla değil tükettiklerimizle varız. Üniversite hocasının, senaryo yazarının, tiyatro oyuncusunun, bestekarın evindeyiz. Kütüphanesi, çalışma odası, ondan da vazgeçtim, köşesi?  Sitelerin çağdaş mimarisinde soyunma-giyinme odalarımız var.  
Yaşam kültürümüzün ne zaman nasıl değiştiğinin farkına varmıyoruz.   
Psikolojik rahatsızlıklarımız çeşitlendi. Yaygınlaştı. Toplumsal normlara dönüştü.
 Ayakkabı fetişizmi yaygınlaşıyor. 
Kaç çift ayakkabınız var? Dolabımızı açtığımızda  sıra sıra ayakkabılarımızı görmenin hazzı günümüze özgü. Yatak odalarımızda, kendimizi tükettiğimiz dev aynalar karşısında hissettiklerimiz gibi. Kim farkındaydı, İstanbul’da en son ayna örtüsü çöpe atıldığında? Adı bile unutuldu.
Evliliklerimiz de farkında olmadığımız kültür değişiminin ifadesi.
Mesai saatleri dışında mesleklerini gizleyen doktorların hipokrat yeminine bağlı olmaları gibi, evlenenler de ölesiye beraberiz diye evet derken, ayrılabileceklerinin  bilincinde, ilk günden boşanma davalarına hazırlıklılar – yakınları tarafından uyarılıyorlar mal mülk haklarının korunmasında tetikte olmaları için. Günümüzde evlilik kültürü, “Ben seni mutlu ederim,”  değil, “Sen beni mutlu edebilir misin?” üzerine kurulu.
Evliliğin aşkdan çıkar ilişkisine dönüşmesinin dünya kamuoyu nezdinde sıradanlaştığını hatırlıyorum. Başkan Kennedy’nin dul eşi Jacqueline dünyanın en zengin adamı diye bilinen Onassis ile evlendiğinde, avukatları aracılığıyla  yaptıkları andlaşmada, evlilik karşılığı Jacqueline’in kendisi için üç, çocukları için birer milyon dolar alması, skandal değil haber olarak alglanmıştı. Aynı yıllar önce Türkiye’de, “Beni otomobillendirsene Ahmet,” diye erkeğine seslenen kadının rol aldığı televizyon reklamının toplumca olağan karşılanması gibi.
Üniforma kültürümüzün değiştiğinin farkında mıyız? 
 Askerler üniformalarıyla ne zamandan beri sokaklarda dolaşmıyor?
Geçtiğimiz yüzyıl savaşlarında galip gelen tarafın askerleri ülkelerine döndüklerinde törenlerle karşılanır, kendilerini sürü sepet bekleyen kızlarla sarmaş dolaş olurlardı. Ankara’da Atatürk Bulvarında hafta sonu piyasaya çıkan genç subaylar karşılıklı selamlaşırken cakalarından geçilmezdi. Günümüzde askeri diktatörlüklerde bile sivil dolaşılıyor. Cepheden dönenleri karşılayan kızlar değil onları topluma kazandırabilmeye çabalayan psikoterapistler.
Ama kimi gündelik kültürel değişimlere de, nerdeyse anlık geçmişi olsa da, çabuk mu alışılıyor?
Amerika’dan Türkiye’ye seslenen bir İslam cemaati liderinin, anayasa referendumunda “ölüler bile mezarlarından çıkıp evet demeli” diye vaaz etmesi, hava raporu dinleniyormuşcasına normal karşılanmaktan öte hocaefendinin sözleridir diye saygıyla zikredilebiliniyor.
Share