Aile meseleleri…

Bir arkadaşımın gösterdiği yazıyı bir nefeste okudum. Elif Şafak yine döktürmüş. Önce yazının yayınlandığı gazeteye referans vereyim bir kısmını oradan okusunlar dedim. Ancak insanın tembelliğine kurban gitmesinden korktuğum için hepsini aldım. Yine de Şafak’ın yazısının linki de şurada. Ben kendi çevremde şükürler olsun ki böyle bir olaya şahit olmadım. Sanırım olsaydı bu kadar sessiz de kalamazdım. Benim hemcinslerim yazıya sebep olan çirkinliği ortaya çıkaranlar olduğu için çok fazla birşey söyleyemeyeceğim. Akif’in dediği gibi zulmü alkışlayamam zalim’i asla sevemem diyorum ben de…

Elif Şafak’ın yazısı:
Çocukluğumun Ankara’sında neredeyse hava kirliliği ve enflasyon kadar “tabi” addedilirdi aile içi dayak. Neredeyse o kadar kanıksanmış. Görürdük dayak kültürünün izlerini her yerde her an. Görürdük görmesine de, nedense kimse tarafından sorgulanmazdı bu durum.

Herkesin bilip de bilmezden geldiği bir esrar-ı illet gibiydi aile içi şiddet, sözlü ve fiziksel şiddet. Adeta bir bulaşıcı hastalık, öylesine yaygın, öylesine sinsice her yerde. “İyi” ile “kötü”, “normal” ile “normal dışı” o kadar iç içe geçmişti ki ayırt etmek ne mümkün. Komşularımız vardı mesela, çocuklarını karılarını döven, dövdükleri herkesçe bilinen. Bunların arasında bilhassa bir aile var ki izleri kaldı belleğimde ve edebiyatımda. Sevgili M. Teyze.

Gençten, yumuşak yüzlü bir adamdı kocası. Hani sokakta görsen, dışarıda tanısan dersin ki: “Ne efendi adam, ne kadar mülayim, sakin”. Asla tahmin edemezdi kimse bu adamın karısını, çocuklarını dövdüğünü, hem de düzenli olarak, en ufak bir meselede bile hır çıkararak dayak attığını en yakınlarına, kendi kanından, canından olanlara karşı nasıl zalim kesildiğini kimse tahmin edemezdi. Dışarıda hem komşularına hem de sokaktaki çocuklara karşı öylesine sevecen o kadar saygılıydı ki, adeta ikiye bölünmüş bir kişilikti taşıdığı, evde başka sokakta başka. Bazen “sesler” duyardık evlerinden. Dayak sesleri. Televizyonun sesi de hep sonuna kadar açılmış olurdu o anlarda, bastırmak için ağlayan çocukların seslerini. M. Teyze “ele güne karşı rezil olmamak için”, sonuna kadar açık tutardı televizyonunun sesini. Tokat seslerine karışan Şeker Kız Candy müziği. Gene de sesler dindiğinde, bağırtılardan geriye sadece bir iç çekiş kaldığında, gündelik hayatın ritmi alır yutardı her şeyi.

Ben bir bayram sabahı komşular arası bayram ziyaretinde gördüm M. Teyze’nin kocasının “öteki” yüzünü. Çay servisi yapıyordu M. Teyze, ince belli bardaklarda. İçerisi kalabalık, bir sürü konu komşu akraba. Rahat; ama saygılı bir sohbet havası hakim odaya. Ara ara hal hatır soruyor birileri birilerine. Derken adam bir yudum aldı çayından, ekşiyiverdi yüzü. Karısına seslendi hiddetle: “Olmamış bu çay, misafirlerimize bulaşık suyu mu içirirsin rezil!” Odada iğreti bir sessizlik oldu. “Biz memnunuz çayımızdan” diyecek oldu birkaç misafir; ama adam, “Bırakın Allahaşkına gitsin tekrar yapsın.” diye susturdu herkesi. Israrlar kâr etmedi. M. Teyze tek tek yeniden topladı misafirlerin bardaklarını, gitti çayı yeniden demlemeye. Kocası da kalktı arkasından mutfağa geçti, bir tokat sesi, tek bir tokat. Sonra salona döndü yeniden, hiçbir şey olmamış gibi.

On yaşında olmalıyım bu sahneye tanık olduğumda. O andan bende kalan iki nokta var. Birincisi, nasıl oluyor da kamusal alanda saygılı memur, itaatkâr bürokrat, emir eri ya da vatansever esnaf olan aile babaları kendi evlerine girer girmez karılarına ve çocuklarına karşı zalimleşebiliyor, tamamen bambaşka bir kişilik sergileyebiliyor. İkincisi, nasıl oluyor da toplum bu çift kişilikliliği, bu vahim bölünmüşlüğü, görmezden duymazdan, anlamazdan geliyor.

Ertesi sabah, bayramın üçüncü günü bu sefer onlar geliyor oturmaya. Kızları var benim yaşımda, beraber oynamamızı istiyorlar. Ama ben kıpırdayamıyorum bile. Gözlerimi alamıyorum M. Teyze’den. Yüzünde bir morluk var, ağzının etrafında. Orada karşımda duruyor morluk. Durmuyor, büyüyor morluk kocaman bir girdap, hüzünlü bir ağıt, kayıp bir mağara olmuş, beni içine çekiyor. Dokunmak istiyorum M. Teyze’nin yüzüne, yarasına. Rol yapmayalım istiyorum. Ağlayalım, anlayalım beraber. Sormak istiyorum canının yanıp yanmadığını. Etrafımdaki büyüklere bakıyorum hayretle. Herkes hiçbir şey olmamış gibi kahvesini, yudumlayıp badem ezmesi kemiriyor. Görmüyorlar mı acaba, fark etmediler mi M. Teyze’nin suratının ortasındaki morluğu? Dayanamayıp anneanneme soruyorum. “Şşşşş!” diyor susturuyor beni. “Aile meselesi, biz karışamayız”.

Aile meselesi, biz karışamayız diye diye kaç kadının, kaç çocuğun dayak yemesine seyirci kaldı bu toplum. Seyirciler de en az dayakçı kocalar-babalar kadar sorumlusu ve failidir dönüp duran bu çarkın.

Share

Babil’i anmak

İlk adını duyduğumda aklıma hemen Babil kulesi geldi. Babil’i bazıları asma bahçelerinden hatırlar ama ben hep kulesi ve hikayesi ile hatırlarım.

Babil’in asma bahçeleri konusunda internette inanılmaz sayıda benzetme var. Ancak hangisinin olacağına karar vermek zor.

Benim aklıma Tevrat’tan okuduğum bir bölüm gelir:

“ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. şarktan göçtükleri zaman sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim. onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rabb indi. onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. gelin inelim birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım. Rabb onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. bundan dolayı onun adına babil dendi.” (tekvin 11:1-9)

Bazılarına göre insanoğlunun birçok dili konuşmasının bu olaydan sonra gerçekleştiğine inanılır. Babil kulesini anlatan en güzel tablo Pieter Brueghel tarafından yapılmıştır.

Gelelim Babil’e nereden geldiğime son zamanlarda izlemek istediğim filmlerden birisinin adı da aynı ismi taşıyordu. Her ne kadar Brad Pitt oynadığı için çekinerek gitsemde. Yönetmeninin Alejandro González Iñárritu olması beni bir ölçüde rahatlatmıştı. Daha önce 21 gram ile dikkatimi çekmişti. Babel orjinal adıyla bilinen ve ülkemize Babil adıyla vizyona giren film hakikaten iyi kurgulanmış ve Pitt’e rağmen gerçekci bir film.

Senaryo yazarı Guillermo Arriaga’nın senaristliğinin filmi etkisini arttırdığını düşünüyorum. Filmde dünyanın farklı yerlerindeki altı ailenin birbiriyle farklı şekilde ilişkisini bir aileyi merkeze alarak anlatıyor. Fas çöllerinin sonsuzluğunu Japon adasının darlığı içinde yaşatan bir film. Japonya’da işitme özürlü bir kızın dünyayı nasıl algıladığını da izleyiciyi çok farklı tekniklerle aktarıyor.

Babil bana bir anlamda Kelebek etkisini hatırlatıyor. Dünya’daki sistemin ne kadar birlikte hareket ettiğini göstermek isteyenler için güzel bir film olabilir.

Umarım siz de beğenirsiniz…..

Share