Bitmeyen kalemin Türkiye macerası /Doğan Hızlan

Bu günlerde dermatograph kalem diye bir türün derdine düştüm. Yurtdışında özellikle Japonya’da üretilen bu kaleme Türkçe’de ne dendiğini bir türlü bulamadım. En son ulaştığım terim “çizgi kalemi”. Doğan Hızlan’ın bu konudaki merakını bildiğim için tekrar yazılarına döndüğümde bu güzel yazıyı buldum. Yazının aslı buradadır.

Bitmeyen kalemin Türkiye macerası

YILIN ilk gününde yayınlanan Benim Güzel Arkadaşım ekini görmüşsünüzdür.

Ek çok hoşuma gitti, insanın gündelik gerilim nedenlerini saf dışı bıraktığı, özgürlük lombozundan dünyaya baktığı anların öyküsü.

Hepimizin yıllar önce kullandığı sarı BIC’lerin Türkiye ile ilgili serüvenini iki kuşaktır kırtasiyeci dostum, Emniyet Kırtasiye’nin sahibi Naim Civre’den dinledim.

Naim Civre’nin babası da kırtasiyeci, bir gün matbaacı komşusu ona bir Fransız tüccar getirip tanıştırıyor. Adamın elinde yepyeni tür, rastlanmayan bir kalem var, çok güzel yazıyor ama dolmakaleme alışmış kuşak bunu biraz garipsiyor.

Oğlu Naim Civre de, o yıl Saint Joseph’in hazırlık sınıfını bitirmiş, yaz tatilini babasının yanında çalışarak geçiriyor.

Babası, Fransız konuğun kalem konusunda anlattıklarını çevirmesini oğlundan istiyor, o da bu kalemin doldurulmadığını çünkü bitmeyen kalem olduğunu söylüyor.

Yakup Usta (Civre Yako), bu “bitmeyen kalem” konusunda oğlunun Fransızcasına şüphe ile bakıyor ve adam bir kart bırakarak dükkándan ayrılıyor.

* * *

YILLAR sonra Türkiye’de Fransız tüccarın pazarladığı kalem kullanılmaya başlıyor. Bu markayı gördüklerinde baba-oğul, kendilerine bıraktığı kartı hatırlıyorlar, bir de ne görsünler, karttaki adamın soyadı BIC.

Türkçe’ye çevirmenin değil, yeniden söylemenin güzelliğine örnek bir buluş, tükenmez kalem. Çünkü icat edildiği ülkedeki adı, bilyeli kalem. Bizim buluşumuz gerçekten de, kalemin amacını iyi özetliyor.

Yıllar sonra, BIC’ın temsilcisi gelip Naim Civre ile yeniden görüşmüş.

Kuşaklardır aynı işi sürdürenleri izlerim. Naim Civre ile konuşurken bir başka hususu da öğrendim.

Babası Yakup Usta, Kuran-ı Kerim ciltlemesinde ustaymış, bu ustalığı gören popüler tarihin büyük adı Reşat Ekrem Koçu, onun adını İstanbul Ansiklopedisi’ne almış. Sanat kadar zanaatın da önemini bilen kişilerin tavrı, anlayışı bu.

Şimdi bazı kırtasiyeci dostlarımdan, yeni kuşakların, çocuklarının bu işi sürdürmeyeceklerini öğreniyorum.

Sanırım iki nedeni var: Birincisi artık babadan oğula meslek izlenmesi pek revaçta değil, herkes kendi seçtiği mesleğinde başarılı olmak istiyor.

İkincisi; kırtasiyede artık gelecek görmüyorlar. Ticaretten çok küçük bir cemaatin zevki olarak bakıyorlar.

Ben o kanıda değilim, káğıt ve yazı olduğu sürece -ki hep olacaktır- káğıt da, kalem de olacaktır. Belki kalemlerin niteliği değişebilir, dolma kalemin yerini başka tür kalemler alabilir. Ama kurşun kalemin egemenliğini kim sona erdirebilir?

* * *

YALNIZ İstanbul’da değil, Türkiye’nin başka şehirlerinde önlerinden geçerken beni içeri buyur eden, kalemlerden, káğıtlardan söz eden birçok kırtasiyeci dostum var.

Eskiden sadece Babıáli (Ankara Caddesi) yokuşunda olan çocukluğumun, gençliğimin kırtasiyecilerinin coğrafyası genişledi. Nişantaşı, Beyoğlu, İstiklál Caddesi, Cağaloğlu’ndaki kırtasiyeci dostlarımın hepsinin yeni yılını kutluyorum.

Dileğim bu mesleğin devam etmesi.

2 Ocak 2009

Share

Tohum ve toprak

«Ekincinin biri tohum ekmeye çıkmış. Ektiği tohumlardan kimi yol kenarına düşmüş, ayak altında çiğnenip gökteki kuşlara yem olmuş.

Kimi kayalık yere düşmüş, filizlenince susuzluktan kuruyup gitmiş.

Kimi, dikenler arasına düşmüş. Filizlerle birlikte büyüyen dikenler filizleri boğmuş.

Kimi ise iyi toprağa düşmüş, büyüyünce yüz kat ürün vermiş.»

Luke 8: 5-8 Yeni Ahit

Share

Yavaşlayalım, yavaş yaşayalım-Gündüz Vassaf

Yazın bitmesiyle, yaşadığım yerde kalanların şehre dönüşünü, çevremde pek insanın kalmayacağı günleri, derinlemesine yazıp okuyabilmem için bir fırsat olarak beklemiştim.
Yazmaya başladım. Başladım ama havanın, doğanın güzelliğine baktıkça masa başında oturmam,  fikirlerimle baş başa kalmam bana bencillik gibi geldi.
Düşüncelerim, hayatın anlamıyla ilgili görüşlerim, iki kutup arasında gidip gelmeye başladı.
Bir tarafta kendime şu telkinde bulunuyordum.
İnsana yakışır olan, beyninin, yapabileceklerinin hakkını vermesidir. Bunu yapmaması yaratılışına hakarettir. Hele başka canlılarla kendimizi karşılaştırdığımızda, bunca yeteneklere sahip bizlerin düşlerimizi gerçekleştirmek için çaba göstermememiz yaşamımızı anlamsız kılar, türümüzün özelliklerine ters düşer.
Diğer yandan da kendime şöyle diyordum.
Yaptıklarının heyecanı ve gururunda kaybolacağına etrafına bak.
Dünya, doğa tarih boyunca ne çektiyse, türümüzün doyumsuz merakından, ille bir şeyler yapma hırsımızdan çekti. Şunu bunu yapalım derken, zekamızın sonsuzluğunda, çabalarımızın tükenmezliğinde kendimizi yücelttik, doğayı, başkalarını küçümsedik, ezdik.
Yaptıklarımızda, yarattıklarmızda tür olarak o kadar hızla yol alıyoruz ki, nereden gelip nereye gittiğimizi kestiremez olduk.
Kabımıza sığamamanın zararlı olabileceğini  düşünmemeyi  tercih ettik.
Yaptıklarımıza hayranlığımızdan, teknolojiyi ilerleme sandığımızdan,  değişimlerin tüketicisi konumuna girdikçe, birbirimizden ve doğadan koptuk, sağduyumuzu dumura uğrattık,  inandıklarımızın iflasında kendimize tapar olduk.
Sevmeyi unuttukça sevilmeyi arzular olduk.
Ben, ben, ille ben, önce ben diyerek kendimizi  abarttık.
Türümüzün avcı toplayıcı ve tarım dönemlerinde, bugünkü kadar  dinlenmeye vaktimiz yoktu ama dinlemesini biliyorduk. Günümüzde uzmanlaştıkça, yaşamın bütününü göremez olduk, evrene açılırken  evrenden koptuk, evlerimizin, kentlerimizin elektriği yıldızların ışığını söndürdü.
Yavaşlayalım.
Yavaş yaşayalım.
Karşıdan karşıya ışıkların komutanda geçerken sağ sola bakmayı unutmayalım.
Bu acele, bu hırs niye? Nereye?
Yavaşlayalım.
Yavaş yaşayalım.

(Bu yazı bakış açısını sevdiğim Gündüz Vassaf tarafından yazılmıştır.)

Share