Sakız Adasıyla İzmir arasında

Gitmeden önce yazmam gerekirdi ama yapamadım. Bana gitmeler hep kolay gelmiştir. Uzunca bir zamandan beri planladığım İzmir ziyaretimi gerçekleştirdim ancak eski anlamını yitirmiş ve yeni bir amaca doğru yola koyulmuştu. Tatilin benim için ne anlama geldiğini hala çözebilmiş değilim. Tatilimin arasında hayat boyu unutamayacağım bir konser dinlediğimi de söylemeliyim. İzmir’in hayatımdaki önemi büyüktür. Ama ben ruhumu hep İstanbul’a ait hissederim. Onun için uzaklarda olma halinin bitişi yeniden şikayetlerimle kutsadığım bu şehre dönüşümle son bulur. Nefes almaya başladığım saatlerde bu zamanlara denk gelir. Aidiyet söz konusu olduğunda memleketimin nereye düştüğünü bilmek hiç de kolay olmuyor. Bu tatilimin ana temasını sakız ağacı oluşturdu. Bizim kültürümüzde damla sakızı olarak bilinen ve sakız ağacından elde edilen madde muhallebiden kahve’ye kadar bir çok tarifte karşımıza çıkar. İzmir’de iki yer tavsiye etmek istiyorum. Birincisi Kızlarağası Han‘ıdır.  Kısaca tarihçesini şöyle özetleyebiliriz: YAKUP BEY tarafından, 1598 yılında yaptırılan ve günümüzde İzmir’in en büyük camisi olan Hisar Camisi’nin batı yanının birkaç metre yakınma inşa edilmiştir. Bu kesim Han’ın doğu tarafını oluşturmaktadır. Batı cephesi, Halimağa çarşısının karşısında, eski keresteciler, bugünkü 871. sokak üzerindedir. Vaktiyle deniz kenarında inşa edilen Han zamanla denizin dolması veya doldurulması sebebiyle sahilden 200 metre kadar uzak kalmıştır. KIZLARAĞASI HACI BEŞİR AGA’nın yaptırdığı Han’ın inşa kitabesindeki tarihe göre 1744 te bina edildiği kesin olarak anlaşılmaktadır. 1745 yılında heyelan nedeniyle Han cephesinde önemli derecede çökme ve yıkılmalar olmuşsa da Han derhal onarılmıştır. 1778 tarihinde vuku bulan yer sarsıntısından, Han büyük ölçüde hasara uğramış, 1779 yılında ikinci defa ve esaslı olarak onarılmıştır. Han daha sonraki yıllarda da deprem ve yangın badireleri atlatmıştır. Kızlarağası Han’ının diğer Osmanlı hanlarıyla başlıca benzerliği, çarşılı ve avlulu hanlar düzeninde olmasından ibarettir. Üst katta avluya bakan, 5 sütunlu, 6 sıra kemerli, yegâne revakı ve cephesindeki bindirme konsollar üzerindeki çıkma cumbalı şahnişinleri sebebiyle Osmanlı han mimarisi arasında sayılmaktadır. 4000 metre karelik, kareye yakın dikdörtgen planlı,2 katlı, kuzey bölümdeki bedestenleri tek katlı, yaklaşık 600 metre karelik büyük avlusu olan görkemli bir yapıdır. Geniş bir alana yayılan Han’ın alt katının güneyinde bir, bugünkü adıyla (Cevahir Bedesteni) kuzeyinde iki, (Bakır Bedesteni ile Çuha Bedesteni) doğusunda ise bir koridor uzanır. Üst katta 73 adet oda bulunmaktadır. Kuzey koridorunda bulunanların dışında diğer iki koridorda bulunan odaların önemli bir bölümü, restorasyon öncesinde tamamen veya kısmen yıkılmış, bir kısmı da niteliğini yitirmis derecede, çok harap bir durumda bulunmaktaydı. Cephenin ortasındaki ana kapıdan avluya girilmektedir, yüzümüzü Han’ın cephesine verdiğimizde, sol tarafta kuzeyde iki (Bakır ve Çuha Bedestenlerinin kapıları) sağ tarafta güneyde ise bir kapı (Cevahir Bedesteni kapısı) görülmektedir. 1740’lı yıllarda Hacı Beşir Ağa’nın İzmir’le ticari ilişkileri olması sebebiyle İzmir’de bulunması, buradaki ticari potansiyeli yakından bilmesi ve önünde Büyük Vezir Han gibi olumlu bir örneğin bulunması, KIZLARAĞASI Hanı’nın yapılmasına etken olmuştur. KIZLARAĞASI HANI’nın zemin katı depolama ve ticaret amacıyla kullanılmaktaydı. Han’a inen kervanların yükleri burada boşaltılır, ihraç edilmek, dükkanlarda satılmak veya depolanmak üzere ayrılır, alışverişler yapılırdı. Deve, katır, eşek, at gibi kervan hayvanları yükleriyle girdikleri Han avlusuna yüklerini indirdikten sonra burada gecelemekteydi. Mallar, han depo ve mahzenlerinde muhafaza altına alınırdı. Han’ın kapıları, bütün hanlarda olduğu gibi havanın kararmasıyla kapanırdı. Han’ın üst katında geceleme amaçlı kullanılan ocaklı, nişli, bodrumlu, ahşap tabanlı odalar bulunmaktaydı. Odaların içlerinde ihtiyaca cevap verebilecek yer döşekleri, toprak lazımlık, testi, toprak kandil ve tütün lülesi gibi araç ve gereçler de bulunmaktaydı. KIZLARAĞASI HANI’nın zamanında ticari açıdan İzmir’in en merkezi yerine (liman ağzına) yapılmış olması, Han’ın ne denli önemli bir işlevi yüklendiğinin göstergesidir. İzmir’in ekonomik hayatında bu derece önemli olan Han 1778 yılında ticari kapasitesinin zirvesine ulaşmış ve bu tarihten 19. yüzyılın son çeyreğine kadar yüz yıl süreyle bu parlak dönemini sürdürmüştür.

Benim İzmir’de bulunduğum yıllarda Kızlarağası Han’ı harabe halinde idi. Tarihçenin anlattığına göre 1993 yılında tadilat görerek hizmete açılmış. İçerisi hakikaten özgün eserler üreten dükkanlar doldurulmuş. Han’ın ortasındaki kahvehane de soluklanmak için gayet güzel bir durak olduğunu söyleyebilirim.

Benim favorim ise Han’ın hemen dışındaki kahvehaneler..Şimdi ne farkı var dediğinizi duyar gibiyim. Sırrı ve farkı fincanda pişen Türk kahvesinde…

Bolca dibekte dövülmüş kahve fincanın içine konularak isteğe göre şeker ve su eklenir. Fincanin içindeki kahve ve şeker yavaşca karıştırılarak eritilir. Kısık ateşte yanan mangalın üzerine fincan doğrudan konulur. Fincan ile ateş arasında başka bir malzeme bulunmaz. 2-3 dakika sonra kahve içilecek hale gelir. Lezzeti cezvede pişirilen kahvenin görüntü ve tadıyla kesinlikle aynı olmuyor.

İkinci mekanım ise kesinlikle Sakız Adası… Yok yok, Sakız adasına gitmedim. İzmir Alsancak’taki Sakı Adası kafe’den bahsediyorum. Öncelikle damla sakızlı Türk kahvesi harika..Pişirme usulleri ve kıvamı çok yerinde. Alsancak’ta olması sebebiyle de muhteşem bir manzaraya sahip.

Ben bahçesindeki küçük zeytin ağaçlarını da sevdim ancak sakız ağacı fidanlarını görmek isterdim doğrusu. Yeri gelmişken sakız ağacı hakkındaki şu mitosu da aktarmak lazım:

Aziz Issidoros ve sakız ağacı’nın oluşumu hakkındadır. Aziz öldürülmüştür ve kanının düştüğü yerde bir ağaç çıkmıştır. Cennette Aziz, Tanrıya o ağaçtan kan değil süt akması için yalvarmıştır. Ve oradaki ağaçtan çıkan süt bugünkü sakız olmuştur. Eski Yunanlılar ve Latinler doğal sakızı ilaç olarak kullanırmış.

Sakız Adası kafe sattığı ürünler ile de dikkatimi çekti. Ben de orada çektiğim zeytin ağacı fotoğrafım ile yazımı Ege’nin rüzgarlarına vereyim diyorum.

Kızlar Ağasında ve başka bir iki yerde çektiğim fotoğraflarımı buradan görebilirsiniz.

Share

Bilmiyorum, yaşamakta mısın, öldün mü?

Eğer otuz yedi yıl önce bugün doğmuş olmasaydım aşağıdaki satırları yazmazdım.
Hayatımın önemli bir zamanını adadığım coğrafya’nın insanları tercüman oluyor hislerime.. Ama inişli çıkışlı ömrümü ifade eden güzel satırlar benim coğrafyamın nefesi olan İsmet Özel’den geliyor..Halimin tercümanıdır ki:

“Eğer aşk’ın üstüne yazılmamışsa adım
Adımı aşk’ın üstüne ben kendim yazarım.”

Daha önce de şiirlerini yazdığım Anna Ahmatova’dan geliyor şiirim.. Ancak halimi ve yaşamın bizi götürdüğü noktayı ifade ederken başka bir şiirinden alıntı yapmadan da duramıyorum.

Diyor ki:

“her şeyi yeni gibi algılıyorum.
nemli nemli kokuyor her kavak.
susuyorum. susuyor ve hazırlanıyorum
yeniden sana dönüşmeye, toprak.”

Başlangıcın bitişi olmasaydı ne anlamsız olurdu hayat değil mi? Ama günün şiiri gerçeklik sorusuyla başlıyor.

Bilmiyorum, yaşamakta mısın, öldün mü?
Dünyada bir yerlerde bulabilir miyim seni
Yoksa, akşamın yaslı karanlığında
Bir ölüyü mü düşünmeli..

Her şey senin için: gün boyunca dualarım,
Uyuşturan ateşi uykusuz gecelerin;
Şiirlerimin beyaz sürüsü,
Ve mavi yangını gözlerimin..

Hiç kimse daha yakın olmadı bana,
Hiç kimse böylesine üzmedi beni,
Acıya salıp gidenler bile,
Okşayıp bırakanlar bile hatta.

Ancak bu demi Mayakovski tamamlardı…

PANTOLONLU BULUT’dan (Giriş)

Pelteleşmiş beyninizde
kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatan semiz bir uşak gibi

hayal kuran düşüncenizi,
kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim,
dalga geçeceğim, geberesiye küstah ve zehir dilli.

Tek bir ak saç yok ruhumda,
yaşlılığın çıtkırıldımlığı yok onda!
Dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle
yürüyorum – yakışıklı,
yirmi iki yaşında.

Çıtkırıldımlar!
Kemana yatırırsınız aşkı siz.
Kabalar, onu trampete yükler.
Fakat, tersyüz edebilir misiniz, kendinizi benim gibi,
Öyle ki, dudaklar kalsın ortada, salt dudaklar!

Çık da gel konuk odasından
gel de bir adam tanı,
kibirli, patiskadan ve melek soylu memur karısı.

Sen ki dudaklar çevirirsin aynı kayıtsızlıkla,
bir aşçı kadın nasıl çevirirse yemek kitabının sayfalarını…

İster misiniz
ten kudurtsun beni,

– ve gök gibi, renk değiştirerek ansızın –
ister misiniz
öylesine yumuşayım, sevecen olayım ki öylesine
hani, erkek değil de, pantolonlu bir bulut desinler bu!

İnanmıyorum çiçekli Nice diye bir yerin var olduğuna!
Benimle göklere çıkarılacaktır yeniden
hastane gibi bayatlamış erkekler,
ve atasözleri gibi yıpranmış kadınlar da…

Vladimir MAYAKOVSKI

Çeviren : Ataol BEHRAMOĞLU

Share

Rüyamda gördüm

Bir düşün kıyısında

tutuvermişti elimi

Ne özlemişim meğerse

Öylesine hafif,

parmaklarımın ucuyla tutmuştun…

Onu tutarken

hayata tutunmuştum

Geçmişe, geleceğe ve an’a tutunmuştum…

Yel oldum, sel oldum ellerinde…

Rüya genişledi, hülya oldu.

Büyüdüm hayat oldum,

Senin ellerine ben ruhumu verdim…

Uyanmak istemem ben

eğer parmaklarında dolaşacaksa ruhum!

Bir rüya ki koskoca bir ömre değer…

Share