Hepimizin aşamadığı ve bazen nerede başladığını, sonlandığını bilmediğimiz sınırları var. En kötüsü de herkesin sınırlarının olması ve zaman zaman sınırların kesişmesiyle büyüyen benlik kavgaları herhalde. Kendi başımıza öğrenirken sınırlarımızı, başkalarının sınırlarına ayak basmamak için de tetikte olmak zorundayız. Yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk gibi acemice…İyi ki bu sınırların mayınları yok…Kendi sınırlarını alelacele ve üstünkörü keşfedenler, hızlıca başkarının sahalarına gözlerini dikiyorlar.. Yavaş yavaş sınırlarını geliştirmek ve güç alanlarını büyütmek istiyorlar.. İşte o zaman hep bilen insanlar çıkıyor karşımıza… Durmadan tazyik ve saldırı altında hissediyoruz kendimizi…İfade edilmemiş hayallerimizle dolduruyoruz kaplarımızı….Kızgınlık, utançlar ve nefretler çokca da hayalkırıklıklarıyla dolu sınırlar…. Oysa biz birlikte olsak ne güzel olurdu…
Bu son cümle bana okuduğum şu yazıyı hatırlattı:
“‘Aman gitme, aman bulaşma, aman Türk olduğunu söyleme!’ Kim kimi korkutuyor, kim kimi kimden koruyor belli değil. Beyrut’un genel hali bu zaten, karmaşada bir düzen. Bir soruyla birkaç cevap alınır. Laf uzatılmaz. “Lübnan’ın neresindensin?” sorusu aileyi, dini, dili, mezhebi anlamanın kısa yoludur. Çizilmemiş sınırlar vardır; Hıristiyanlar, Müslümanlar, herkes yerini bilir. Bölgede yeni yeni volta atan Türkler için de ‘sözde’ bir sınır vardır halk arasında: Ermeni mahallesi Burc Hammud (Bourj Hammoud).
Burayı ziyaret etmek isteyen bir Türk’ün önce Lübnanlı taksi şoförünün mahalleye varana kadarki vazgeçirme çabalarına katlanması gerekiyor. Sonrası yanılgıların kanıtı zaten.
Fransızca başlayıp tek tük Arapça kelimelerle devam eden sohbet, “Neden Türk olduğunu daha önce söylemedin!” diyen Ermeni kökenli Lübnanlıların Türkçe konuşmasıyla devam ediyor. Türk ürünlerinin, Türkçe konuşmanın ve Türk dizileri izlemenin bu mahallede yasak olduğunu duyan bir Türk için, anadile geçiş zaman alıyor haliyle. Ancak her köşe başında stand açan DVD’cilerin ön sıralarına dizilmiş ‘Kurtlar Vadisi’, ‘Yabancı Damat’ ve ‘Asi’ dizilerinin fotoğrafları duyulanların sıradan bir efsane olduğunu ispatlıyor.
Garo: Kalabilseydik iyiydi!
Sucuk, pastırma kokuları arasında köşe başlarında kızaran kestaneler, sıra sıra dizilmiş kuyumcular, daracık sokaklara taşmış kumaşlar ve alelade giydirilmiş vitrin mankenleri İzmir’in Kemeraltı semtini hatırlatıyor. Herkes sokaklarda ufacık tahta taburelere oturmuş, kimi tavla oynuyor, kimi ufacık fincanlarda Türk kahvesi içiyor.
Burc Hammud’da Ermenice konuşuluyor genelde. Ak saçlı, kalın siyah gözlüklü ihtiyarlar araya Türkçe kelimeler sıkıştırıyor gayriihtiyari. Sokaklar Maraş’tan, İzmir’den almış adlarını. Hemen hemen herkesin Türkiye’de bir parçasını bıraktığı toprakların isimleri yazılı bugünkü adreslerinde.
Yaklaşık 150 bin Ermeni yaşıyor Lübnan’da. Çoğu 1920’lerde Türkiye’nin güneyinden göç edip Beyrut etrafında çadır kamplar kurmuş, sonra da Beyrut’un en önemli ticaret ve iş merkezi olan Burc Hammud’u… Lübnan’daki Ermeni diasporası büyük bir seçmen potansiyeli oluşturuyor. Politik değerlerin dışında, günlük hayatı da etkileyecek kadar güçlü üç Ermeni partisi var Lübnan’da. Ermeni Devrimci Federasyon Partisi Taşnaglar, Sosyal Demokrat Hançakyan Partisi ve Ermeni Liberal Demokrat Partisi Ramgavar.
“Aslında kalabilseydik iyiydi. İki millet de çok zeki, güzel işler yapardık beraber” diyor sucuğu ve pastırmasıyla ünlü Knar Büfe’nin sahibi Garo. Kilometrelerce uzakta olmasına rağmen, ufacık dükkânının şanı Türkiye’ye de ulaşmış. Pastırması meşhur Türk şehri Kayseri’den sadece pastırma alıp dönen Türk müşterileri bile var….
‘Ne ettik biz birbirimize?’
Mahallede yabancı biri hemen fark ediliyor. Meydanda sıradan bir kahveye girince de sorular başlıyor. “İtalyan mısın, Fransız mı?” Pek beklenmeyen “Türk’üm” cevabı karşısında kısa bir fısıldaşma, ardından “Hoş geldin!” diyerek Türkçe devam eden muhabbet, evlerine davet etmeye kadar ilerliyor. Bir süre sonra da Türk dizileri izlemeye başlanıyor İstanbul görüntüleri üzerine dönen muhabbetler eşliğinde. “Bu dizilerdeki aşk hikâyeleri değil bizim ilgimizi çeken. Biz İstanbul’u, Boğaz’ı izliyoruz her gün” diyorlar.
Kemal Sunal filmleri, Sibel Can şarkıları derken, ‘İbrahim Tatlıses Şov’un bittiğini bir Ermeni’den öğrenmek de olağan kalıyor haliyle. Bir Türk ve Ermeni arasında Beyrut’a özel olarak, İbrahim Tatlıses ve arakla açılan sohbet, Charles Aznavour ve viskiyle sürüyor.
Ve kaçınılmaz soru: “Ne ettik biz birbirimize?” İşte gitme vakti. Bencilce ama, açılıma inat, hatırlamak istediğimiz gibi bırakıyoruz muhabbeti…(ÇAĞIL M. KASAPOĞLU, Radikal gazetesi, 23.02.2010)”
Ben de bu resmi Meren’in sitesinde gördüm. Rina Castelnuovo tarafından çekilen bu resim Arapların El-Halil dediği, Yahudilerin Hebron dediği şehirde Purim (Yahudilerin özgürlüklerine kavuşmasını sağlayan olaylar silsilesini hatırlamak için kutlanan bayram) sırasında içki içen yerleşimci genç Arap kadına şarabıyla saldırıyor. Bana Mısır’daki yahudilerin kırbaçlar altında çalışmasını hatırlatıyor. Bu resim Meren’in de dediği gibi kin ve nefreti körüklemesi için değil, sadece durup düşünmemiz için gereken şok etkisini yapması için koyulmuştur..
Yazının başındaki resmimdeki gibi güneşin doğum sancıları bunlar…