Kitap ve okuma sevdası

Elif Şafak’tan bir alıntı:

Ve tarihçi Alberto Manguel’den bir hikâye: 11. yüzyıl başında İran’da kitaplara düşkün bir şah yaşardı. Günün birinde bir sefere çıkması icap etti. Ama kitaplarından ayrılmak istemiyordu. 117.000 kitabı vardı. Sonunda kitaplarını da beraberinde götürmek için duyulmamış bir şey yaptı. Dört yüz deveyi arka arkaya dizerek hepsine kitap yükledi. Develer, harf sırasına göre sırtlarına konulan kitapları taşıyarak şahla beraber sefere geldiler. Böylece şah yol boyunca ne zaman bir kitaba ulaşmak istese, o harfi taşıyan deveyi bulup, kitabını kolaylıkla çekip alabiliyordu.

Share

Yusuf ve Züleyha

Anlatırlar ki Züleyha, Yusuf’u zindana attırdığı vakit onun ayrılığıyla yanıp yakılmaya başlamış. Hem kendisinden ayırmış, hem hasretini çeker olmuş. Bu yüzden zaman zaman zindanı ziyarete gider, sureta “Hükümlüm kaçmış olmasın!” diye kontrol eder ama içten içe de hasret giderirmiş. Eğer Yusuf’u uyurken bulursa hücresinin önünde bekler, seyreder; eğer uyanık bulursa azarlayıp gidermiş. Azarlamasının sebebi de karşılık versin de sesini duyayım diyeymiş. Lakin Yusuf hiç cevap vermezmiş. Nihayet sesini çok özleyince bir köle çağırıp, “Hemen şimdi git, zindanda Yusuf’u yere yık, adamakıllı kamçıla! Öyle vur ki ta uzaktan ah ettiğini duyayım.” emrini vermiş.. Köle emre itaate niyetlenmişse de Yusuf’un güzel yüzünü görünce kıyamamış. Hücrede bulduğu bir postu yere serip onu kamçılamaya başlamış. Kölenin her kamçısında Yusuf mahsustan feryad etmekte, çığlık atmaktaymış. Beri taraftan da Züleyha bağırıyormuş: “- Daha hızlı vur, adamakıllı vur!” Nihayet köle Yusuf’a yalvarmış:

– A güneş yüzlü, Züleyha gelir de sırtında kamçı izi göremezse şüphesiz beni öldürür. Hiç olmazsa bir kere omzunu aç, dişini sık, azıcık olsun kamçıya dayan!..

Yusuf elbisesini sıyırdığında köle öyle bir vuruşla vurmuş ki Yusuf yere kapaklanmış, can evi kavrulmuş. Sonra da Yusuf’un ah edişini duyan Züleyha’nın feryadı işitilmiş:

– Yeteeer!..

Share

Bitmeyen kalemin Türkiye macerası /Doğan Hızlan

Bu günlerde dermatograph kalem diye bir türün derdine düştüm. Yurtdışında özellikle Japonya’da üretilen bu kaleme Türkçe’de ne dendiğini bir türlü bulamadım. En son ulaştığım terim “çizgi kalemi”. Doğan Hızlan’ın bu konudaki merakını bildiğim için tekrar yazılarına döndüğümde bu güzel yazıyı buldum. Yazının aslı buradadır.

Bitmeyen kalemin Türkiye macerası

YILIN ilk gününde yayınlanan Benim Güzel Arkadaşım ekini görmüşsünüzdür.

Ek çok hoşuma gitti, insanın gündelik gerilim nedenlerini saf dışı bıraktığı, özgürlük lombozundan dünyaya baktığı anların öyküsü.

Hepimizin yıllar önce kullandığı sarı BIC’lerin Türkiye ile ilgili serüvenini iki kuşaktır kırtasiyeci dostum, Emniyet Kırtasiye’nin sahibi Naim Civre’den dinledim.

Naim Civre’nin babası da kırtasiyeci, bir gün matbaacı komşusu ona bir Fransız tüccar getirip tanıştırıyor. Adamın elinde yepyeni tür, rastlanmayan bir kalem var, çok güzel yazıyor ama dolmakaleme alışmış kuşak bunu biraz garipsiyor.

Oğlu Naim Civre de, o yıl Saint Joseph’in hazırlık sınıfını bitirmiş, yaz tatilini babasının yanında çalışarak geçiriyor.

Babası, Fransız konuğun kalem konusunda anlattıklarını çevirmesini oğlundan istiyor, o da bu kalemin doldurulmadığını çünkü bitmeyen kalem olduğunu söylüyor.

Yakup Usta (Civre Yako), bu “bitmeyen kalem” konusunda oğlunun Fransızcasına şüphe ile bakıyor ve adam bir kart bırakarak dükkándan ayrılıyor.

* * *

YILLAR sonra Türkiye’de Fransız tüccarın pazarladığı kalem kullanılmaya başlıyor. Bu markayı gördüklerinde baba-oğul, kendilerine bıraktığı kartı hatırlıyorlar, bir de ne görsünler, karttaki adamın soyadı BIC.

Türkçe’ye çevirmenin değil, yeniden söylemenin güzelliğine örnek bir buluş, tükenmez kalem. Çünkü icat edildiği ülkedeki adı, bilyeli kalem. Bizim buluşumuz gerçekten de, kalemin amacını iyi özetliyor.

Yıllar sonra, BIC’ın temsilcisi gelip Naim Civre ile yeniden görüşmüş.

Kuşaklardır aynı işi sürdürenleri izlerim. Naim Civre ile konuşurken bir başka hususu da öğrendim.

Babası Yakup Usta, Kuran-ı Kerim ciltlemesinde ustaymış, bu ustalığı gören popüler tarihin büyük adı Reşat Ekrem Koçu, onun adını İstanbul Ansiklopedisi’ne almış. Sanat kadar zanaatın da önemini bilen kişilerin tavrı, anlayışı bu.

Şimdi bazı kırtasiyeci dostlarımdan, yeni kuşakların, çocuklarının bu işi sürdürmeyeceklerini öğreniyorum.

Sanırım iki nedeni var: Birincisi artık babadan oğula meslek izlenmesi pek revaçta değil, herkes kendi seçtiği mesleğinde başarılı olmak istiyor.

İkincisi; kırtasiyede artık gelecek görmüyorlar. Ticaretten çok küçük bir cemaatin zevki olarak bakıyorlar.

Ben o kanıda değilim, káğıt ve yazı olduğu sürece -ki hep olacaktır- káğıt da, kalem de olacaktır. Belki kalemlerin niteliği değişebilir, dolma kalemin yerini başka tür kalemler alabilir. Ama kurşun kalemin egemenliğini kim sona erdirebilir?

* * *

YALNIZ İstanbul’da değil, Türkiye’nin başka şehirlerinde önlerinden geçerken beni içeri buyur eden, kalemlerden, káğıtlardan söz eden birçok kırtasiyeci dostum var.

Eskiden sadece Babıáli (Ankara Caddesi) yokuşunda olan çocukluğumun, gençliğimin kırtasiyecilerinin coğrafyası genişledi. Nişantaşı, Beyoğlu, İstiklál Caddesi, Cağaloğlu’ndaki kırtasiyeci dostlarımın hepsinin yeni yılını kutluyorum.

Dileğim bu mesleğin devam etmesi.

2 Ocak 2009

Share