Cemil Ölürken…

Bu toprakların üstünde yaşayan insanlar niçin ifrat ya da tefrit noktasında dururlar? Pandora’nın kutusunu şimdi açmak yerine kapalı tutayım..

Ela gözleri dalgın geniş alnı sararmış
Bir sanatkâr hastadır, Cemil hasta yatıyor.
Odayı bir matemin görünmez rengi sarmış
Başında duranların kalbi yorgun atıyor.

İnce parmaklarını ıslattı gözyaşları
Odanın sükûnunda hıçkırıklar inledi.
Hastanın yavaş yavaş çatılarak kaşları
Sanki derinden gelen bir sadayı dinledi.

Mukaddes elemini andı bir kere daha
Uzak serviliklere çevirerek yüzünü,
Ah ey gafil faniler iman edin Allah’a
Bir ilâhî ruhunda geldi işte son günü…

Çok kudretli oluyor bir dehanın gurubu
Ecel onun yanına sen de el bağlayıp gir.
Nefesinle titreyen fanilerden değil bu
Ölmeyen bir sanatkâr ölüm döşeğindedir.

Gökler geri alıyor yeryüzündeki sesini
Şimdi geniş alnında ebedin gölgesi var .
Başında ağlayanlar sonuncu bestesini
Ağır ağır kapanan gözlerinden duydular!..

Nazım HİKMET

Share

Vatan-daşlar ruh-daşlar fiş-daşlar

Elif Şafak’ın bir yazısı ama paylaşmadan duramadım…

Bacak kadar çocuklara simsiyah önlükler giydirip her sabah tek sıra and içiren kimse pencerelerden dışarı bakamasın diye sınıf pencerelerini külrengine boyayan yaratıcılıktan ziyade ezberciliği bireyselleşmeden ziyade sürüleşmeyi eleştirel düşünceden ziyade sorgusuz sualsiz itaati belleten ve sistematik dayak içeren Türk eğitim sistemi okuma–yazmayı “fiş”lerle öğretmişti hepimize. Her öğrencinin küçük kişisel fişleri vardı bir de sınıf tahtasında asılı devasa fişler. O devasa fişlere baka baka her çocuk kendi minik fişlerine çekidüzen verirdi. Sonra okurduk hep bir ağızdan: TUT-ALİ-TO-PU-TUT… YA-KA-LA-A-Lİ-YA-KA-LA…” İçimize hücrelerimize sinmiş. “Fiş” demek “emir kipi” demek toplumsal bilinçaltımızda. “Fiş” demek yakalanacak birileri tutulacak bir hedef var bir yerlerde demek. Şartlanmışız bekliyoruz tetikte. Karatahtadan gelen emir kipini duyar duymaz biz de pürnizam cici cici oturduğumuz sıralarda kendi minik fişlerimize çekidüzen vereceğiz. Sağım solum önüm arkam düşman dolu öğretmenim. İlerde iki sıra önümde sol görüşlü bir öğrenci var dili kürek kadar sorguluyor sistemi YÖK’ü protesto ediyormuş duydum kan revan yediği coplara rağmen kafasına kafasına düşünemesin aptal olsun diye coplar hep kafayı hedef alır ama hâlâ utanmadan düşünüyor öğretmenim TUT-A-Lİ-TUT. İki sıra arkamda türbanlı bir kız öğrenci hem okumak eğitim ve meslek sahibi olmak hem de türban takmak istiyormuş öğretmenim ikisini birden aynı anda TUT-A-Lİ-TUT.
Üç sıra önümde bir Ermeni oturuyor demek hâlâ Ermeniler kalmış bu memlekette silememişiz hepsini kovamamışız kendi evlerinden valla doğrusu bi şey yaptığını görmedim; ama Ermeni asıllı olması başlıbaşına kabahat değil mi öğretmenim TUT-A-Lİ-TUT. Arka sıralarda oturan şu kadın feministmiş öğretmenim memnun değilmiş toplumsal kültürel ve kurumsal düzeyde tıkır tıkır işleyen ataerkillikten cinsiyetçilikten Güldünya isimli bir kadın öldürüldü diye tepki duyuyormuş ona ne oluyorsa TUT-A-Lİ-TUT.
En öndeki öğrenci yazar mı şair mi kalem ehli imiş öğretmenim hayal kurabilmek istiyormuş kursun kurmasına da kendine saklasın hayallerini yok illaki yazacak kaleme alacak hayalleri sakıncalı TUT-A-Lİ-TUT. Bir de şuradaki akademisyeni gözüm tutmuyor öğretmenim entelektüel toplum yukardan aşağıya değil aşağıdan yukarıya akmalı tepeden inme kurallarla değil sivil toplumda harekete geçen kişisel ve kolektif dinamiklerle yenilenmeli değişmeli demokratikleşmeli diyormuş öğretmenim TUT-A-Lİ-TUT…
Hepsini yakaladım tuttum öğretmenim fişlerime yazdım teker teker isimlerini cisimlerini. Ama hâlâ varlar. Ne kadar çoklar. Neyse ki çok olduklarının farkında değiller. Çünkü birbirlerini dinlemekten acizler. Olanca güçlerini birbirlerini didiklemeye ayırmaktalar öğretmenim. Sol görüşlü öğrenci türbanlı kız ile sağ görüşlü gazeteci bir feminist kadın ile hiçbir ortak noktası olamayacağına körü körüne inanmış birbirlerini karalamakla meşguller. Ben bunları tutmasam da olur öğretmenim. Nasıl olsa birbirlerine dil uzatmaktan fırsat bulup da ortak noktalarını ezilmişlik paydalarını konuşmaya o ortak payda üzerinde yükselerek sistemi beraberce dönüştürmeye demokratikleştirmeye ve sadece vatan-daş değil aynı zamanda fiş-daş da olduklarını görmeye zaman bulamayacaklar.
BI-RAK-A-Lİ-BI-RAK… TUT-MA-SAN-DA-O-LUR…
Arizona

Share

Panoptik ve Ben

Panoptik kavramını ilk defa Michael Foucault’un eserlerinden öğrendim. Ceza ve disiplin’in modernleşme ile değişimi dikkatimi çekmişti. Daha sonrasında bu yaklaşımı doktora tezimde de uyguladım. Modernleşen doğu toplumlarında eğitimde disiplinin değişimi vurguladım. Neyse şimdi tez kısmını geçelim. Ama kontrol edebilme dürtüsü kendini her ortamda farklı olarak gösteriyor. Bu günlerde her yerin kontrolünü bizim güvenliğimiz için kameralarla tutmaları da bence zihin karıştırıcıdır. Biz mahkumları görmek için artık güneşe ihtiyaçları yok…

Dev bir Panapticon’a dönüşen dünya

İngiliz filozof ve hukukçu, toplum reformcusu, ‘Faydacılık’ düşüncesinin teorisyeni, Jeremy Bentham’ın 1785 yılında muhtemelen Versailles’ın Hayvanat Bahçesi’nden esinlenerek tasarladığı ‘modern’ hapishane modeli Panopticon adını taşıyordu. Bentham’ın Panapticon’u [‘pan’=bütünü, ‘opticon’=gözlemlemek] birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı.

Panoptikon’un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı.

Bentham’ın tasarladığı mükemmellikte bir Panapticon henüz inşa edilmedi ama bugün neredeyse tüm toplumsal yaşama Panapticon ilkeleri uygulanmaya çalışılıyor. Kışlalar, okullar, ibadet mekânları, fabrikalar birer Panapticon haline dönüşüyor. Tüm dünya devasa bir Panapticon’a dönüştürülüyor…

Bedene değil ruha saldırı

‘Modern’ infaz sisteminde sadece ‘seyir’ değil genel olarak ‘acı’ da iptal edilmiştir. Artık ‘beden’ cezalandırmanın ana hedefi değildir. (1980 sonrasının Diyarbakır Hapishanesi bu açıdan ‘karanlık çağlar’a ait yüz kızartıcı bir örnektir.) Evet, bu sistemde de ‘suçlu’ içeri kapatılır, ayağına zincir, pranga vurulur, elleri kelepçelenir, zorla çalıştırılır, hücreye atılır, tecrit edilir ama bunlar eskinin ‘bedene azap verme’ anlayışıyla yapılmaz. Artık amaç, beden aracılığıyla bireyi kontrol altına almaktır. Onu disipline etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmektir. Kişiliği iğdiş etmektir. İnsan onurunu yerle bir etmektir. Kısacası hedef artık beden değil ruhtur.

Teknisyenler ordusu

Modern ceza ve infaz sisteminin bir diğer özelliği, Ortaçağ’ın işkencecisinin yerini artık kocaman bir teknisyenler ordusunun almasıdır. Psikologlar, hekimler, din adamları, eğitmenler, bakanlık görevlileri, gardiyanlar ve bir sürü başka insan cezalandırma sürecinin parçasıdırlar. Cezanın artık ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi, mimarisi, vb vardır. Bu teknisyenler ordusu arasındaki işbölümü öylesine rafine bir hal almıştır ki, sonuçta kimse yargılama hakkını gerçekten paylaşmıyormuş gibi hissetmez kendini. Halbuki tam tersine, cezalandırma artık kolektif bir eylem haline gelmiştir.

Share