Ömür dediğin üç gündür

Sizinle çok sevdiğim bir Can Yücel şiirini paylaşmıştım. Sonu

Ömür dediğin üç gündür.

Dün geldi geçti, yarınsa meçhuldür.

O halde ömür dediğin bir gündür.

O da bugündür… diye bitiyordu.

Bunun üzerine Mehmet Yılmaz’ın yazdığı yazıyı aşağıda bilginize sunuyorum.

Aranan şair bulundu!
“ÖZDEMİR Asaf’a aittir” diyerek bir şiir yazmıştım, hatırlarsınız.
Bazı okuyucular şiirin Can Yücel’e ait olduğunu iddia etmişlerdi ancak sonra ortaya çıktı ki şiir ne Can Yücel’e, ne de Özdemir Asaf’a ait.
Hüseyin Hatemi, aynı şiir olmasa da bir benzerinin Ömer Hayyam tarafından yazıldığını belirtmiş ve Farsça’dan çevirdiği rubaiyi göndermişti. Onu da yayımlamıştım.
Bir okuyucumun uyarısıyla Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ında bu şiirin alıntılandığını öğrenmiştim. Ancak Ersoy da şiirin kime ait olduğunu belirtmemişti.
Önce, eski yazıları okumamış olanlar için söz konusu şiiri tekrar yazayım:
“Ömür dediğin üç gündür / Dün geldi geçti, yarınsa meçhuldür / O halde ömür dediğin bir gündür / O da bugündür.”
Şimdi de elimdeki son bilgiyi paylaşayım:
Şiir, 14 yüzyıl önce yaşamış ilk İslâm âlimlerinden ve tasavvuf ehli Hasan el Basri’ye ait.
Milliyet’teki yöneticilik yıllarımda kendisiyle çalışmaktan çok memnun olduğum muhabir Şükran Pakkan da benim gibi bu işin peşine düştü.
Bir arkadaşım, şiirin Türkiye’de Bostan ve Gülistan isimli kitapları yayımlanan Sadi Şirazi’ye ait olabileceğini söyleyince Şükran Pakkan’a bu bilgiyi verdim ve araştırmasını rica ettim.
Kitapları yayımlayan Elips Yayınevi’nin editörleri, şiirin Şirazi’ye ait olmadığını belirtmişler.
Şükran araştırmadan vazgeçmedi ve internette Hasan El Basri adına ulaştı. Ancak farklı kaynaklarda, şiirin farklı çevirileri vardı.
Bunun üzerine Kırıkkale Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu’nu aradı ve Farsça ve Arapça kaynaklardan bir araştırma yapmasını rica etti.
Prof. Karaismailoğlu, Basri’nin, Ömer bin Abdülaziz’e yazdığı mektupta benzer dizeleri buldu.
Mektup, Tahran Üniversitesi tarafından yayımlanmış bir kitapta yer alıyor. İlgili bölüm şöyle:
“Üzerinde düşünürsen dünya üç gündür / Gitmiş olan ve ona ümit bulunmayan gün / seninle olan gün, onu ganimet saymalısın / onda diri olup olmayacağını bilmediğin, belki de ondan önce ölmüş olacağın gün. / Dün, öğretici bir bilgin; bugün, ayrılma durumunda bir dost. / Ancak kayboluşuyla seni üzen dün, senin için bilgisini bıraktı. / Onu kaybettiysen de onun yerinde olan sana ulaştı. / Dün, senden uzun süreli bir yokluğa gitti. / Bugün ise senden hızlıca ayrılıyor ve elinde de yarının emeli var. / O halde amelle/çalışmayla ebediliği al. / Diri oldukça arzularla aldanmayı bırak. / Sakın yarının ve ondan sonrasının korkusunu bugüne taşıma.”
Böylece bu öykünün de sonuna geldik. Şükran Pakkan’a, Prof. Dr. Karaismailoğlu’na ve ilgi gösterip yardıma çalışan tüm okuyucularıma teşekkür ederim.

Share

Bildiniz mi Aram’ı?

Aram Tigran kimdir biliyor musunuz?


Kim kimdir açıklamasıyla

“Ortadoğu coğrafyasının en önemli müzisyenlerinden biri olan Aram Tigran, Suriye’nin Kamışlı kentinde 1934’te dünyaya geldi. O’na sanatı sevdiren ve halkla bütünleştiren bir miras bırakan kişi, güzel kaval çalan babası oldu. Önceleri ut dersleri alan Tîgran, daha sonra düğünlerde ve çeşitli etkinliklerde sahne aldı. Arapça, Ermenice, Kürtçe ve Türkçe müzik yapan sanatçı, 1966’dan sonra Ermenistan’ın başkenti Erivan’a giderek, Erivan Radyosu’nda 18 yıl çalıştı. Bu dönemde müzikal yaşamını daha da olgunlaştıran Tîgran, daha sonra çalışmalarına 1995’ten itibaren Avrupa’da devam etti. Yunanistan’ın başkenti Atina’ya yerleşti. Diyarbakır’da bu yıl yapılan Nevruz kutlamalarına katıldıktan sonra rahatsızlanan ve bir süre Diyarbakır’da yaşayan Aram Tigran, durumunun ağırlaşması üzerine Yunanistan’ın başkenti Atina’da Van Gelismos Hastanesi’ne kaldırılmış ve burada cumartesi günü vefat etmişti. Aram, ikisi erkek üç çocuk babasıydı.”

Daha öncesinde ismini hiç duymamıştım. Hatta bir şarkısını bile dinlememiştim. Ancak beni ilgilendiren kısmı ölümünden sonra ortaya çıktı. Gazetelerden okuduğuma göre Aram Tigran öldükten sonra Diyarbakır’a gömülmeyi vasiyet etmiş.
Ölümünün hemen ertesinden yakınları Diyarbakır’a gömülebilmesi için müracatta bulunmuşlar.
Gazetenin birisi haberi şöyle özetliyordu:
“İçişleri Bakanlığı izin vermediği için Türkiye’de toprağa verilemeyen müzisyen Aram Tigran için, Diyarbakırlılar temsili cenaze töreni düzenlendi.”

Diyarbakırlılar da Brüksel’deki mezarına Diyarbakır toprağı gönderilmesine karar vermişler. 17 Ağustos’taki Brüksel’deki töreni öncesinde Diyarbakır da Urfakapı semtinde yapılan gıyabi cenaze töreninde bu kararı almışlar. Diyarbakır’dan Tigran’ın cenazesi için oluşturulan heyet 14 Ağustos’ta Brüksel’de olacaktı. 

Hatta Diyarbakır Belediye Başkanı Baydemir, “Kendisinin toprağına kavuşmasına izin vermediler ama izninizle, sizin adınıza, bu kabirden sembolik de olsa, özlem duyduğu, vasiyet ettiği toprağı, onun kabrine götüreceğiz. Böylece vasiyetinin bir kısmını yerine getirmenin huzurunu yaşamaya çalışacağız” dedi. 

Yine gazetelerin yazdığına göre törende, mezarlığa Demokratik Toplum Hareketi ve Mezopotamya Demokratik Kültür Hareketi imzalı, üzerinde Kürtçe ve Ermenice “Halkın bülbülü yuvasız kaldı” yazan posterler asıldı. Sevenleri Tigran için “Ay Dilbere” şarkısını okudu. 

Bütün bunlar olurken  Radikal’den Hilal Köylü’nün haberine göre, Türkiye yurttaşı olmayanların Türkiye’de gömülmesine ilişkin standart bir mevzuat olmadığı için Dışişleri bu tür durumlarda “son karar mercisi” olan İçişleri Bakanlığı’na başvurdu; ancak olumsuz yanıt aldı. Bu konuda yapılmış resmi bir açıklama olmadığını da belirtmeliyim.
Tigran Diyarbakır’daki nevruz törenlerine katılarak şarkılar söylemişi. Hatta röportajında, “Diyarbakır’ı Diyarbakırlıları çok sevdim” demiş. 

”Diyarbakır’a gelmek benim yüzyıllık rüyamdı. Hep derdim ‘Tanrım, ölmeden anne babamın yaşadığı toprakları görebilecek miyim?’ İki yıl önce Yunanistan vatandaşı olduktan sonra ilk olarak Diyarbakır’a geldim. Çok etkilendim ve bir şarkı yazdım. Şarkının bir dörtlüğü şöyle:
‘Di xewnên şevan de min bawer nedikir (Rüyalarımda görsem inanmazdım)
Bi çavan bibînim bajarê Diyarbekir (Diyarbakır’ı görebilmeyi)
Rojbaş Diyarbekir me pir bêriya te kir
(Günaydın Diyarbakır seni çok özledim)
Te derî li me vekir (Sen kapılarını bana açtın)
Te me şa kir (Bizi çok mutlu ettin).” 

Diyarbakır’a geldiğinde annesi ve babasının doğduğu Bêemde [Ermenice Kexriban] ve Kaskê köylerine giden Tigran, duygularını şöyle anlatmıştı: “O dağlara, ağaçlara, derelere, evlere baktığımda içim titredi. Ağladım. Çok canım acıdı. Babamı annemi, onların yaşadıklarını anımsadım. Çok üzüldüm. ‘Biz nasıl bu topraklarda büyüyemedik’ diye hayıflandım.”

Anladığım kadarıyla bu topraklarla kendince bir bağ kurduğu da ortadadır. İnsanlarda yaşarken korkmak, bence anlaşılmasa bile anlaşıldı sayalım, peki ölülerinden korkmak neyin nesi oluyor. Bu toprağın binlerce evladı burada sayamayacağım sebepten dolayı yurtdışında yaşamak zorunda kaldı. Bunun sebeplerini açıklayabilseniz bile niye ölülerine bile izin verilmediğini anlamıyorum. Bence bu liste Vahdettin’den başlar ve Nazım Hikmet’e kadar gider.. Ne düşünürseniz düşünün, ne hissederseniz hissedin.. Bu gerçeği değiştiremezsiniz. Enver Paşa’nın mezarı nakledildiğinde ben de törene katılmıştım. Garip bir histi..
Hükümetin Politika danışmanları sanırım gelişmeleri bir gözleriyle izliyorlar.

Bütün söylediklerimi unutun ve insanca düşünün; annenizin ve babanızın ya da çok sevdiğiniz birisini gömmenize izin vermeseler neler hissederdiniz…İster miydiniz yaşadığınız bu topraklardan başka yerlere sizin istemenize rağmen gömülmenize izin vermemelerini.. Ama Tigran Türkiye vatandaşı değilmiş diyenleri duyar gibi oluyorum. Olsun varsın ne olur…Ne kaybedersiniz, Diyarbakır mezarlığında bir mezar yerinden başka..

Eyüp Can bugünkü yazısının sonunu şöyle bağlamış:

“Sayın Başbakan,
Müsaade edin size ölmeden önce Hrant’ın anlattığı şu Sivaslı yaşlı kadının hikâyesini hatırlatayım. Hani şu tehcir sonrası Fransa’da yaşadığı halde hep köyüne dönmek isteyen ve son ziyaretinde oracıkta ölen yaşlı kadın…
Kızı Sivas’a cenazeyi almaya gider.
Hrant sorar: “Ne yapacaksın, cenazeyi Fransa’ya götürecek misin?”
Kız ağlamaya başlar: “Aslında götürmek için geldim ama buraya gelince yapamayacağımı anladım. Çünkü su sonunda çatlağını buldu…”
Bu hikâyeyi anlattıktan sonra şöyle haykırmıştı Hrant:
“Evet bu topraklarda gözümüz var doğru. Fakat merak etmeyin alıp götürmek için değil, dibine gömülmek için!”
Hrant gömüldü, hiç değilse bırakalım Aram da vasiyeti üzere Diyarbakır’a gömülsün.”

Ben de yazıyı Sezai Karakoç’un Masal isimli şiiriyle bağlamak istiyorum.

Doğuda bir baba vardı
Batı gelmeden önce
Onun oğullari batıya vardı

Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuştüyü yastıklar arasında
Oğul masmavi şafağin rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı

İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliginde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda
Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda
Baba yağmurlardan anladı bunu
Yağmur suları aci ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu

Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya

Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan

Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda

Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
Içkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadi
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara

Baba ölmüştü acısından bu ara

Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alinyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değistiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar !
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değistirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz tasıyanlar

Share

Sakız Adasıyla İzmir arasında

Gitmeden önce yazmam gerekirdi ama yapamadım. Bana gitmeler hep kolay gelmiştir. Uzunca bir zamandan beri planladığım İzmir ziyaretimi gerçekleştirdim ancak eski anlamını yitirmiş ve yeni bir amaca doğru yola koyulmuştu. Tatilin benim için ne anlama geldiğini hala çözebilmiş değilim. Tatilimin arasında hayat boyu unutamayacağım bir konser dinlediğimi de söylemeliyim. İzmir’in hayatımdaki önemi büyüktür. Ama ben ruhumu hep İstanbul’a ait hissederim. Onun için uzaklarda olma halinin bitişi yeniden şikayetlerimle kutsadığım bu şehre dönüşümle son bulur. Nefes almaya başladığım saatlerde bu zamanlara denk gelir. Aidiyet söz konusu olduğunda memleketimin nereye düştüğünü bilmek hiç de kolay olmuyor. Bu tatilimin ana temasını sakız ağacı oluşturdu. Bizim kültürümüzde damla sakızı olarak bilinen ve sakız ağacından elde edilen madde muhallebiden kahve’ye kadar bir çok tarifte karşımıza çıkar. İzmir’de iki yer tavsiye etmek istiyorum. Birincisi Kızlarağası Han‘ıdır.  Kısaca tarihçesini şöyle özetleyebiliriz: YAKUP BEY tarafından, 1598 yılında yaptırılan ve günümüzde İzmir’in en büyük camisi olan Hisar Camisi’nin batı yanının birkaç metre yakınma inşa edilmiştir. Bu kesim Han’ın doğu tarafını oluşturmaktadır. Batı cephesi, Halimağa çarşısının karşısında, eski keresteciler, bugünkü 871. sokak üzerindedir. Vaktiyle deniz kenarında inşa edilen Han zamanla denizin dolması veya doldurulması sebebiyle sahilden 200 metre kadar uzak kalmıştır. KIZLARAĞASI HACI BEŞİR AGA’nın yaptırdığı Han’ın inşa kitabesindeki tarihe göre 1744 te bina edildiği kesin olarak anlaşılmaktadır. 1745 yılında heyelan nedeniyle Han cephesinde önemli derecede çökme ve yıkılmalar olmuşsa da Han derhal onarılmıştır. 1778 tarihinde vuku bulan yer sarsıntısından, Han büyük ölçüde hasara uğramış, 1779 yılında ikinci defa ve esaslı olarak onarılmıştır. Han daha sonraki yıllarda da deprem ve yangın badireleri atlatmıştır. Kızlarağası Han’ının diğer Osmanlı hanlarıyla başlıca benzerliği, çarşılı ve avlulu hanlar düzeninde olmasından ibarettir. Üst katta avluya bakan, 5 sütunlu, 6 sıra kemerli, yegâne revakı ve cephesindeki bindirme konsollar üzerindeki çıkma cumbalı şahnişinleri sebebiyle Osmanlı han mimarisi arasında sayılmaktadır. 4000 metre karelik, kareye yakın dikdörtgen planlı,2 katlı, kuzey bölümdeki bedestenleri tek katlı, yaklaşık 600 metre karelik büyük avlusu olan görkemli bir yapıdır. Geniş bir alana yayılan Han’ın alt katının güneyinde bir, bugünkü adıyla (Cevahir Bedesteni) kuzeyinde iki, (Bakır Bedesteni ile Çuha Bedesteni) doğusunda ise bir koridor uzanır. Üst katta 73 adet oda bulunmaktadır. Kuzey koridorunda bulunanların dışında diğer iki koridorda bulunan odaların önemli bir bölümü, restorasyon öncesinde tamamen veya kısmen yıkılmış, bir kısmı da niteliğini yitirmis derecede, çok harap bir durumda bulunmaktaydı. Cephenin ortasındaki ana kapıdan avluya girilmektedir, yüzümüzü Han’ın cephesine verdiğimizde, sol tarafta kuzeyde iki (Bakır ve Çuha Bedestenlerinin kapıları) sağ tarafta güneyde ise bir kapı (Cevahir Bedesteni kapısı) görülmektedir. 1740’lı yıllarda Hacı Beşir Ağa’nın İzmir’le ticari ilişkileri olması sebebiyle İzmir’de bulunması, buradaki ticari potansiyeli yakından bilmesi ve önünde Büyük Vezir Han gibi olumlu bir örneğin bulunması, KIZLARAĞASI Hanı’nın yapılmasına etken olmuştur. KIZLARAĞASI HANI’nın zemin katı depolama ve ticaret amacıyla kullanılmaktaydı. Han’a inen kervanların yükleri burada boşaltılır, ihraç edilmek, dükkanlarda satılmak veya depolanmak üzere ayrılır, alışverişler yapılırdı. Deve, katır, eşek, at gibi kervan hayvanları yükleriyle girdikleri Han avlusuna yüklerini indirdikten sonra burada gecelemekteydi. Mallar, han depo ve mahzenlerinde muhafaza altına alınırdı. Han’ın kapıları, bütün hanlarda olduğu gibi havanın kararmasıyla kapanırdı. Han’ın üst katında geceleme amaçlı kullanılan ocaklı, nişli, bodrumlu, ahşap tabanlı odalar bulunmaktaydı. Odaların içlerinde ihtiyaca cevap verebilecek yer döşekleri, toprak lazımlık, testi, toprak kandil ve tütün lülesi gibi araç ve gereçler de bulunmaktaydı. KIZLARAĞASI HANI’nın zamanında ticari açıdan İzmir’in en merkezi yerine (liman ağzına) yapılmış olması, Han’ın ne denli önemli bir işlevi yüklendiğinin göstergesidir. İzmir’in ekonomik hayatında bu derece önemli olan Han 1778 yılında ticari kapasitesinin zirvesine ulaşmış ve bu tarihten 19. yüzyılın son çeyreğine kadar yüz yıl süreyle bu parlak dönemini sürdürmüştür.

Benim İzmir’de bulunduğum yıllarda Kızlarağası Han’ı harabe halinde idi. Tarihçenin anlattığına göre 1993 yılında tadilat görerek hizmete açılmış. İçerisi hakikaten özgün eserler üreten dükkanlar doldurulmuş. Han’ın ortasındaki kahvehane de soluklanmak için gayet güzel bir durak olduğunu söyleyebilirim.

Benim favorim ise Han’ın hemen dışındaki kahvehaneler..Şimdi ne farkı var dediğinizi duyar gibiyim. Sırrı ve farkı fincanda pişen Türk kahvesinde…

Bolca dibekte dövülmüş kahve fincanın içine konularak isteğe göre şeker ve su eklenir. Fincanin içindeki kahve ve şeker yavaşca karıştırılarak eritilir. Kısık ateşte yanan mangalın üzerine fincan doğrudan konulur. Fincan ile ateş arasında başka bir malzeme bulunmaz. 2-3 dakika sonra kahve içilecek hale gelir. Lezzeti cezvede pişirilen kahvenin görüntü ve tadıyla kesinlikle aynı olmuyor.

İkinci mekanım ise kesinlikle Sakız Adası… Yok yok, Sakız adasına gitmedim. İzmir Alsancak’taki Sakı Adası kafe’den bahsediyorum. Öncelikle damla sakızlı Türk kahvesi harika..Pişirme usulleri ve kıvamı çok yerinde. Alsancak’ta olması sebebiyle de muhteşem bir manzaraya sahip.

Ben bahçesindeki küçük zeytin ağaçlarını da sevdim ancak sakız ağacı fidanlarını görmek isterdim doğrusu. Yeri gelmişken sakız ağacı hakkındaki şu mitosu da aktarmak lazım:

Aziz Issidoros ve sakız ağacı’nın oluşumu hakkındadır. Aziz öldürülmüştür ve kanının düştüğü yerde bir ağaç çıkmıştır. Cennette Aziz, Tanrıya o ağaçtan kan değil süt akması için yalvarmıştır. Ve oradaki ağaçtan çıkan süt bugünkü sakız olmuştur. Eski Yunanlılar ve Latinler doğal sakızı ilaç olarak kullanırmış.

Sakız Adası kafe sattığı ürünler ile de dikkatimi çekti. Ben de orada çektiğim zeytin ağacı fotoğrafım ile yazımı Ege’nin rüzgarlarına vereyim diyorum.

Kızlar Ağasında ve başka bir iki yerde çektiğim fotoğraflarımı buradan görebilirsiniz.

Share