Nar çiçekleri

Bugün salı…

Bugün beni ilk defa yemeğe çıkardılar…

Biliyorum, “bugün pazar, bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar”ın

melodik çarpıcılığı yok, “bugün salı” diye başladığınızda ama duygu

aynı duygu.

Dört aydan beri ilk kez bir öğlen vakti, bahçesinde havuzu, havuzunda

fıskiyesi olan, yeşil yüksek ağaçların gölgelediği bir bahçede yemek

yedim.

Harika bir sebze çorbası içtim.

Arada bir öten sıcaktan yorulmuş kuşların sesini dinledim.

Sonra Sultanahmet‘in korkunç kalabalığına çıktım.

Şortlu turistler, çarşaflı kadınlar, işportacılar, trafik polisleri,

sıra sıra dizilmiş kocaman otobüsler, bir dirseklerini pencereden

dışarı çıkarmış bezgin şoförler, Ayasofya, Sultanahmet…

Arkeoloji Müzesi‘nin önünden Sirkeci’ye indim.

Çok uzun yıllar önce o müzenin bahçesinde, antik sütunların mermer

kalıntıları üzerinde çay içerdik.

Mermerlerin kenarına zamanın kazıdığı derin çizgileri ve siyaha çalan

koyu gölgeliği hatırlıyorum.

Sirkeci’nin arka sokaklarında şık lokantalar, zarif oteller açılmış.

Bir vakitler orada bir otelde kalmıştım.

Yandaki matbaanın rotatif gürültüleri dolardı odaya.

Bir kız seviyordum o zamanlar.

Ayrılmak zorunda olduğumu bilerek seviyordum.

Öyle sevmek zordur.

Hayal kuramadan, hayal kuramayacağını, bir hayale bile yer olmadığını

bilerek sevmek bunaltır insanı.

Aşk, hayalsiz olmaz.

Gene de severdim.

Hayal kurmadan, o çaresizlikte sığınacak bir hayal bile bulamadan severdim.

Ayrılacağımız günü bekleyerek severdim.

Dar yollardan Eminönü’ne döndüm.

Oralarda yürümüşlüğüm çoktur.

Bazı geceler Cağaloğlu’ndaki gazeteden çıktığımda ilk romanımın

cümlelerini düşünerek geçerdim ıssızlaşmış caddelerden.

Yenicami’nin önünde güvercinler sabahı beklerdi.

Bazen de Mehmet Güreli’yle yürürdük.

Gelecekten konuşurduk.

Yapmak istediklerimizden, ümitlerimizden, öfkelerimizden.

Konuştuklarımızdan çoğunu yaptık.

Bazen de diğer arkadaşlarımızla Galata Köprüsü’nün altındaki balıkçıya giderdik.

Çok gülerdik.

Çoban salatası harika olurdu.

Paramız yetmediğinde veresiyeye yazarlardı.

Küçük tekneler, şehir hatları vapurları geçerdi, denizin üstünde mazot

yaldızları parlardı, demir ve yosun kokardı köprü.

Köprüden Karaköy’e vardım.

Kerhanenin alt sokağından geçtim.

Ben size söyleyeyim ama siz kimseye söylemeyin, oraya ilk

ortaokuldayken gitmiştim.

İçeri girerken birer sigara yakmıştık.

Sigaraların bizi büyük adamlar gibi göstereceğine inanıyorduk.

Çok heyecanlıydık.

İçerisini hâlâ hatırlarım ama size anlatmayacağım.

Kılıç Ali Paşa Camii‘nin önünde trafik tıkandı.

O camide hatıralarım çok fazladır.

Şadırvanının sesini bilirim, sabaha karşı suyun akışını, ezanın

okunuşunu, ilk ezanla gelen uykulu müminleri, kadirbilir imamını,

pembe buğulu gri bir aydınlığın içinde yükselen minarelerini.

Dolmabahçe’ye vardım.

Bir yaz sabahı orada genç bir kadın bana İngilizce şarkılar söylemişti.

Deniz usul usul vuruyordu rıhtıma.

Ben ona padişahları anlatmıştım.

Ve, padişahların komik hikayelerini.

Ne kadar çok gülmüştü.

Beşiktaş’tan Yıldız’a saptım.

Pazar geceleri Beşiktaş İskelesi’nden vapura biner yatılı okula giderdim.

Benim gibi erkenden okula giden bir iki öğrenci, birliğine dönen bir

iki izinli er olurdu.

Vapurun çaycısı ıslak tepsisiyle ılık çaylar dolaştırırdı.

Kimse konuşmazdı.

Hafta sonu yaşadıklarını düşünürdü ve sıkıcı geçecek haftanın

ağırlığını hissederdi.

Kömür dumanı ve rutubet kokardı vapur.

Işıklar alabildiğine sönük olurdu.

Yıldız’ı çıkıp köprüye saptım.

Epeyce bir zaman durduk orada öyle.

Başımı sola çevirip baktım.

Minicik bir nar ağacı.

Üstünde uçuk kırmızı çiçekleri.

Yaz daha yeni başlarken, ağaç kışın vereceği meyvenin hazırlığını yapıyordu.

Ümit doluydu çiçekler, ben de ümitlendim, bütün bir hayat, bütün

yaşanılanlar, sonunda, çiçeklere baktığında meyveleri görmeyi ve

ümitlenmeyi öğretiyordu.

“Meyveler, çiçeklerin vaatlerini aştılar” diyen, bıçağını da kalemi

gibi haşin kullanan katil Fransız’ı hatırladım.

Ve, dedim ki kendime, “ümidini hiç kesme.”

“Sen çiçekleri görüyorsun ya, meyveleri sen görmesen de biri mutlaka görür.”

 

Ahmet Altan – 03.06.2009

 

Share

Tanpınar hislerine tercüman olur!

Tanpınar‘ı eskiden beri çok severim. Eminim orada benim gibi düşünen çok insan vardır. Bana sevdiren insanların başında Prof. Dr. İnci Enginün gelir. Kendisi Mehmet Kaplan‘ın öğrencisi olarak Tanpınar’ın hatırasına hizmet etmiş önemli akademisyenleden birisidir. Diğer bir isim de Prof. Dr. Zeynep Kerman‘dır. Prof. Kerman’ın hazırladığı Tanpınar’ın Mektupları isimleri eserini okurken Tanpınar’ın Ahmet Kutsi Tecer‘e yazdığı bir mektup hislerime tercüman oldu. Üretememek bazılarımızın hızlı üretmesi, bazılarımızın aklına yüzlerce fikir gelirken bunları bir türlü yazıya dökememek. Bazılarımız sadece üretmenin keyfi içinde kaybolup yaptığı işin kalitesiyle ve düzeniyle ilgilenmezken bazılarımızın “en iyiyi” elde etmek için uzun zamanlar harcaması, işte bütün mesele bu. Tanpınar kendi üretme hızını Goethe ile kıyaslıyor. Öte yandan okuduğum kitaplardan birinde yazmak için en iyi çözümün oturmak ve kendini yazmaya mecbur hissetmek olduğu yazıyordu. Kendisini yazmak için ödüllendirmek de çözümlerden birisi olabilir sanırım. Günümüzde tek odaklanan nokta üretmek ancak üretilen eserin kalitesi konusunda çok az kimse endişe ediyor. Üretkenlikle üretilen ürünün kalitesi arasında optimum bir kaliteyi sağlamak gerektiğini düşünüyorum. Ama kalite takıntısının üretimin önüne geçmesine engel olmak gerekir mi emin değilim. Kafamda “deli sorular” anlayacağınız. Bakalım Tanpınar ne demiş?

“Fikrin bendeki kıtlığı; bu kadar, düşüncenin az ziyaret ettiği bir kafa neye yarayabilir? Fransa’da sade benim gibi en aşağı 20 milyon okuyucu olduğunu kabul et, meseleyi kendiliğinden halledersin.

Bu kadar sathî oluşuma sebep ne? Bilir misin, öldürücü bir şey bunları düşünmek. Yemek olacağım yerde sofrada kaşık, filan gibi bir şey oldum. Beni asıl müteessir eden kupkuru kalışımdır. Goethe benim manzumeyi yarım yamalak yazabildiğim bir sene içinde 3-4 eser, hem de bütün Avrupa’yı birden sarsan 3-4 eser yazıyordu. Çalışmak… Yarabbim, bu şifayı bana ne vakit göndereceksin? Çalışabilsem, yapabilsem ve iyi olmasa, ona da razıyım. Heyhat o da yok. Sana temin ederim, gittin gideli kafamı bir tek düşünce ziyaret etmedi, bir mesele beni çekip kendisine götürmedi. Bu kadar yaşadığı dünyayı eskitmiş tecessüs ve ihtirasını öldürmüş bir adam ne olabilir? Vakıa bunun için vaktim de yoktu. Yaşadığım hayat bir “fécondité (üretkenlik)”yi hiçbir zaman temin edemez. Bir kere gayet münzevi yaşıyorum. Ve sonra matérial meseleleri bana kendimin olacak hiçbir zaman bırakmıyorlar… Fakat, Kutsi’ciğim bu kadar hayat şartlarının esiri olmak, onların elinden kurtulamamak da bizzat kötü bir talih değil midir? Ve bugüne kadar devam bu hâl ömrünün sonuna kadar süremez mi?”

Share

Ateş İstidâsı (Dilekçesi)

 

Davet etmek, çağırmak  ve belki istemek manasına gelen İstida kelimesini Nişanyan aşağıdaki gibi tanımlıyor. 

Ar istidˁāˀ إستدعاء [#dˁw istifˁāl X msd.] 1. çağırma, çağrı, 2. dua < Ar dāˁa دَاعَ çağırdı, dua etti

Her ne kadar kelimenin etimolojisinde çaresizliğe dair bir bahis olmasa da ben böyle bir duyguyu yaşıyorum bu kelimede. Bütün bunların ötesinde bir haykırış fiili bile sezinliyorum. Kelime esasında yazılı ve sözlü kültür arasındaki inatlaşmanın garip bir tecellisi olarak ortaya çıkar. Haykırış, çığlık, dua ve niyaz hep sözlü olur da istida yazılı olur. Sözlü kültür çok seven Rumi halkın yazılı kültüre uzaklığı bir nişanesi olarak ortaya çıkan istidacılar. Bir sınıf ve meslek sahibi insanlar..

Bu satırları yazdığım Cafe’de arkadaşına dedesinin hastalığını ve ölmünü bütün netliğiyle anlatmasına kulak misafiri olduğum kişinin derinliğine bakınca bu sözlü kültür yatkınlığının hala devam ettiğini görmek kaçınılmaz geliyor. 

Neyse istidacılar okur-yazar bir sınıf arasından çıkardı. Efendiler sınıfının en alt tabakasını oluşturan bur kişiler 1980’lerin sonlarına kadar varlıklarını korudular. En son İzmir’de görmüştüm. İstida kelimesi gidip yerine dilekçe yazılır gibi bir dönüşüme girdiğini görüyorum. İşin aslı değişmese de tanımlayan kavramı ifade eden kelime değişmiş ve beraberinde işin ruhu kağıt kalemden daktiloya kadar devam eden bir hal almıştır. Adliye’nin ve valiliğin önünde görev yapan bu insanların içine düştükleri problemi bir nefeste dertlerine derman olunacağına dair şeksiz bir imanla istidacıya anlatışı hala gözümün önündedir. Ardından istidacının iki beyaz kağıdın arasına büyük bir sukunetle karbon kağıdı koyarak ve tam bir uzman edasıyla dünyevi problemleri hukukun ya da bürokrasinin diline büyük bir özgüvenle tercüme edişini hala dün gibi hatırlıyorum. 

Çaresizlik insanın bütün benliğini sardığında, sabrınız inancınızı geçtiğinde insan aklın sınırları içinde yapacak bir hamle daha arar. Bunu bulmak sanıldığı kadar kolay değildir. Yeryüzüne dayanabilme gücü kalmayan bir sürü yaşadıklarını ve gördüklerini farklı biçimlerde ifade etmiştir. 

İstidacıdan alınan dilekçenin kırışmamasına büyük özen gösterilerek, binanın içindeki ilgili büroya götürülmesiyle başlayan sabır gerektiren süreç başlar. Kafkavari bürokrasi tam da bu noktada devreye girerek müstedinin (dilekçe veren) bütün gücünü sömürecek sonsuz ve bitmeyen çarklar arasında çareleri tüketecektir. 

Günümüzde sosyal medya herhalde istidanın çığlık ve çağrı anlamını bütün yönleriyle karşılamaktadır herhalde. Dolayısıyla müstediler esasında sosyal medya ile dertlerini anlatmak olduğunu görüyorum. Belediyeye dilekçe vermek mi yoksa tweet atmak mı daha etkili konusunu hiç tartışmaya açmadan önünüze bırakıyorum.  Şeffaflığın (bu da neyse), ulaşılabilirliğin artması ve çok sesliliğin gelişmesiyle (eğer varsa) birlikte dilekçenin bireyselliği ve tek kişilik gücü daha artmıştır. (Kafanız epey karıştı sanırım, benim de!) 

Neyse okur-yazar olmanın bir avantaj olduğu nadir alanlarda birisi olarak karşımıza çıkıyor dilekçe ve bu yönüyle ayrıştırıcı olduğunu bile söylemek mümkündür. Ha bu günlerde üniversite öğrencilerinin bile dilekçe yazamadığını söylesem sanırım mübalağa etmiş olmam. Eskiden dilekçenin nasıl yazılacağını ilkokullarda öğretirlerdi. Şimdi hangi seviyede öğretiyorlar ve kim öğretiyor bilmiyorum. 

Ya dilekçe vermenize rağmen durumunuz anlaşılmaz ve çare bulunmazsa o zaman ne yaparsınız? İnsan kendi başına haliyle bir dilekçe olabilir mi? 

Şimdilerde özel şikayet merkezleri var. Derdini en yukarıya anlatarak mevzuatın izin vermediği dertlere derman olunmasını beklemek sanırım böyle birşey. Osmanlı döneminde de Sultanlar halkın dertlerini dinlemek için zaman zaman tebdil-i kıyafet olarak halkın arasına inerek dertlerini dinlediğini görüyoruz. Bunun dışında Cuma namazları sonrası da halkın Padişaha ulaşması için bir imkan sunduğu da bilinmektedir. 

 

Özellikle Cuma namazından sonra tebaa, Padişah’tan bazı dileklerde bulunurdu. Bunun için hazırladıkları istidâları elleriyle havaya kaldırarak Sultanın dikkatini çekmeye çalışırlardı. Padişah, “Sır Kâtipleri” vasıtasıyla bu dilekçeleri toplattırırdı. 

Herkesin Sır kâtiplerine ulaşması bu kadar kolay olmazdı. Kalabalığın arkasında kaldıkları için, istidâlarını veremeyenler ne yapacaktı?. Kendilerinin de şikâyet ve istekleri olduğunu Padişah’a göstermek için, küçük bir leğen içinde hasır, paçavra gibi duman yönünden zengin ve dikkat çekecek olan parçalar hafifçe katran gibi yanıcı maddelere bulayarak yakar ve başlarının üstüne kaldırırlardı. Yükselen ateş, duman sayesinde kendilerini gösterirler ve gelen görevlilere, onlar da istidâlarını verirlerdi. Burada biraz da derdimden yanıyorum mesajının olduğunu çıkarmak da zor olmasa gerek. 

Cuma selamlığını yakalamak her zaman mümkün olmadığı gibi, bazı dertlerin beklemeye tahammülü olmadığını da söylemek gerekir. Ateş yakarak dikkat çekme işlemi denizde de uygulanırdı. Gemiciler de, Padişah’ın bulunduğunu düşündükleri deniz kenarlarındaki sarayların ve köşklerin önüne gelirler. Tayfalar geminin güvertesinde sahile karşı tek sıra dizilirler ve kafalarının üstünde yanan bu kaplardan yükselen duman ve ateşle, dikkat çekmek suretiyle ve Sultan’a ulaşmak isterlerdi. 

Derdi, sıkıntısı olan, haksızlığa uğradığını düşünen müstediler aslında “-çaresizliğimden nâr gibi yanıyorum. Sizin adaletinize ihtiyacım var Hünkârım” demek istiyorlardı. Bu nedenle halk arasında, ateş istidâsına “kafa yakma müracaatı” adı da verilirdi. 

 

Sultanların her derdinden yanan insana derman olup olmadığı ise muammadır. Fakat her istida bir adalet çağrısıdır. Bu çağrıları hakkıyla çözmek ve adaleti herşeyin üstüne koymak bütün yaşayan devletlerin en önemli amacı olmalıdır. 

 

Share